EDİLLE-İ ŞER’İYYE:

EDİLLE-İ ŞER’İYYE:

Edille-i şer’iyye; şer’î deliller anlamına gelmektedir. İslâm’da dînî hükümlerin dayandığı kaynaklaradenir. Bunlar dörttür. Kitap, Sünnet, İcmâ-i Ümmet ve Kıyâs-ı Fukaha’dır. ″Kitap″tan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’dir. ″Sünnet″ten maksat da, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Efendimizin mübârek sözleri, işleri ve görüp de menetmeksizin sükut buyurmuş olduğu şeylerdir. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Nisâ, Âyet 59’da şöyle buyurmaktadır:

″Ey îman edenler! Allah’a itaat edin ve Resûle itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız, ihtilaf ettiğiniz herhangi bir meselede Allah’ın kitabına ve Resûlün sünnetine mürâcaat edin. Bu, sizin için hayırlı ve netice itibariyle daha güzeldir.″

Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de Vedâ Hutbesi’nde şöyle buyurmuştur:

تَرَكْتُ فِيكُمْ أَمْرَيْنِ لَنْ تَضِلُّوا مَا تَمَسَّكْتُمْ بِهِمَا كِتَابَ اللّٰهِ وَسُنَّةَ نَبِيِّهِ (موطأ عن ابى هريرة)

″Size iki şey bırakıyorum ki, bunlara sarıldığınız sürece, aslâ dalâlete düşmezsiniz. Bunlar, Allah’ın kitabı ve O’nun Peygamberinin sünnetidir.″[1]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in emrettiği her bir husus, Allah’tan bir emirdir. Nitekim Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Hadis-i Şerif’lerinde şöyle buyurmuştur:

إِنَّ هَذَا الْقُرْآن صَعْب مُسْتَصْعَب عَسِير عَلَى مَنْ تَرَكَهُ يَسِير عَلَى مَنْ اِتَّبَعَهُ وَطَلَبَهُ وَحَدِيثِي صَعْب مُسْتَصْعَب وَهُوَ الْحُكْم فَمَنْ اِسْتَمْسَكَ بِحَدِيثِي وَحَفِظَهُ نَجَا مَعَ الْقُرْآن. وَمَنْ تَهَاوَنَ بِالْقُرْآنِ وَحَدِيثِي خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَة. وَأُمِرْتُمْ أَنْ تَأْخُذُوا بِقَوْلِي وَتَكْتَنِفُوا أَمْرِي وَتَتَّبِعُوا سُنَّتِي فَمَنْ رَضِيَ بِقَوْلِي فَقَدْ رَضِيَ بِالْقُرْآنِ وَمَنْ اِسْتَهْزَأَ بِقَوْلِي فَقَدْ اِسْتَهْزَأَ بِالْقُرْآنِ قَالَ اللّٰهُ تَعَالَى: وَمَا آتَاكُمْ الرَّسُول فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا (القرطبى, الجامع لأحكام القرآن عن الحكم بن عمير)

″Şüphesiz bu Kur’ân, terk eden kimseye zor gelir, kolay değildir. Ona uyan ve ona talip olan kimseye de ko­lay gelir. Benim hadisimden hoşlanmayanlara da, hadisim zor gelir. Hadislerim hakemdir. Benim hadisime sıkı sıkı yapışarak onu öğrenip ihyâ eden kimse kur­tulur ve Kur’ân ile mahşere gelir. Her kim Kur’ân’ı ve hadisimi önemsemeyerek hor görürse, dünyâ ve âhirette hüsrana uğrar. Sizler benim sözümü almakla, emrime uymakla, sünnetimi izlemek­le emrolundunuz. Benim sözüme râzı olan Kur’ân’dan da râzı olur. Benim sözümle alay eden Kur’ân ile alay etmiş olur. Allah’u Teâlâ Sûre-i Haşr, Âyet 7’de: ″… Resûl size neyi verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da sakının…″ diye buyurmuştur.″[2]

أَلَا هَلْ عَسَى رَجُلٌ يَبْلُغُهُ الْحَدِيثُ عَنِّى وَهُوَ مُتَّكِئٌ عَلَى أَرِيكَتِهِ فَيَقُولُ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ كِتَابُ اللّٰهِ فَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَلَالًا اسْتَحْلَلْنَاهُ وَمَا وَجَدْنَا فِيهِ حَرَامًا حَرَّمْنَاهُ وَاِنَّ مَا حَرَّمَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيِهِ وَسَلَّمَ كَمَا حَرَّمَ اللّٰهُ (د ت ه عن المقدام بن معديكرب)

″Haberiniz olsun! Bana Kur’ân ile birlikte, onun bir benzeri sünnet de verilmiştir. Karnı tok bir şekilde koltuğuna kurulmuş olan bâzı kimselerin: ″Bize Kur’ân yeter! Onda helâl olarak ne görmüşseniz, onu helâl; neyi de haram görmüşseniz, onu da haram kabul edin″ diyeceği zamanlar yakındır. Şüphesiz ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in haram kıldığı da Allah’u Teâlâ’nın haram kıldığı gibidir.″[3]

يَجِيئُ قَوْمٌ يُمِيتُونَ السُّنَّةَ وَيُوغِلُونَ فِي الدِّينِ فَعَلَى اُولَئِكَ لَعْنَةُ اللّٰهِ وَلَعْنَةُ اللَّاعِنِينَ وَالمْلَاَئِكَةِ وَالنَّاسِ اَجْمَعِينَ (الديلمى عن ابى هريرة )

″Bir kavim gelecek, sünneti terk edip dinde hileli yollar arayacaklar. İşte Allah’ın lâneti, lânetleyenlerin, meleklerin ve bütün insanların lâneti onların üzerine olsun.″[4] Âmin!

Hadis-i Şerif’lerin önemine dair mezhep imamlarımız da şöyle söylemişlerdir:

İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri: ″Sünnet olmasaydı, hiçbirimiz Kur’ân’ı anlayamazdık″ diye buyurmuştur.

Ahmed b. Hanbel Hazretleri: ″Sünnet, bizim yanımızda; Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’den gelen nakillerdir. Sünnet, Kur’ân’ı açık-lar ve o, Kur’ân’ın işâret ettiği mânâların delilleridir″ diye buyurmuştur.

İmam Şâfii Hazretleri: ″Ehl-i Sünnet âlimlerinin bütün söyledikleri sünnetin şerhidir. Bütün sünnet de Kur’ân’ın şerhidir″ diye buyurmuştur.

İmam Mâlik Hazretleri de: ″Sünnet, Nûh’un gemisine benzer. Kim ona binerse, kurtulur, kim de binmezse boğulur″ diye buyurmuştur.

″İcmâ-i Ümmet″ten maksat, bir asırda bulunan bütün Ehl-i Sünnet olan müçtehitlerin bir hâdisenin şer’î hükmü hakkında ittifak etmeleridir. Bu hususta Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

إِنَّ اللّٰهَ لَا يَجْمَعُ أُمَّتِي -أَوْ قَالَ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ- عَلَى ضَلَالَةٍ، وَيَدُ اللّٰهِ مَعَ الجَمَاعَةِ، وَمَنْ شَذَّ شَذَّ إِلَى النَّارِ (ت عن ابن عمر)

Allah’u Teâlâ, benim ümmetimi -veya Muhammed’in ümmetini, buyurdu- dalâlette birleştirmeyecektir ve Allah’ın eli cemaatin (Ehl-i Sünnet toplumunun) üzerindedir. Her kim bu topluluktan ayrılırsa, şüphesiz Cehenneme ayrılır.″[5]

Abdullah İbn-i Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir diğer Hadis-i Şerif’te de şöyle buyrulmuştur:

فَمَا رَأَى الْمُسْلِمُونَ حَسَنًا فَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ حَسَنٌ وَمَا رَأَوْا سَيِّئًا فَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ سَيِّئٌ (حم طب عن عبد اللّٰه بن مسعود)

″Müslümanların güzel gördükleri, Allah katında da güzeldir. Kötü gördükleri, Allah katında da kötüdür.″[6]

İcmâ’ya verilen örneklerden birisi şöyledir: Hz. Ali, Ümm’ül-veled’in (efendisinden çocuk doğuran câriyenin) satılabileceği yönünde yeni, bir görüşe meyledince, Âbide b. Amr es-Sülemî ona: ″Topluluğun görüşüne uygun olan görüşünüz, bizce tek başına kaldığın görüşten daha güzeldir″ der. Bunun üzerine Hz. Ali bu gürüşünden vazgeçer ve ona: ″Daha önce hükmetmekte olduğunuz şekilde hüküm verin. Zîrâ ben ihtilaftan hoşlanmam″ demiştir.[7]

″Kıyâs-ı Fukaha″dan maksat da; bir hâdisenin Kitap, Sünnet veya İcmâ-i Ümmet ile sâbit olan hükmünü aynı illete, aynı sebebe, aynı hikmete bağlı olarak o hâdisenin tam benzerinde de açıklamaktan ibârettir. Meselâ: Kur’ân-ı Kerîm’de hamrın (içkinin) haram olduğu sebebiyle birlikte Sûre-i Mâide, Âyet 90-91’de şöyle açıklanmıştır: Ey îman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın amelinden olan murdar bir şeydir. Bunlardan sakının ki, felah bulasınız.* Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza buğuz ve düşmanlık sokmak ve sizi zikrullahtan ve namazdan alıkoymak ister. Artık siz bunlardan vazgeçtiniz değil mi?″ İşte âyette, içki içmenin ortaya çıkardığı dîni ve dünyevî kötü sonuçlar açıkça ortaya konulmuştur. Hanefilere göre; hamr (içki), üzüm suyundan ateşte kaynatılmaksızın elde edilen özel bir içkinin adıdır. İçkinin dışında kalan viski gibi sarhoş edici maddelerde de âyette geçen gerekçeler olduğundan kıyas yolu ile bunlar da haram kılınmıştır.[8]

Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

الْقَاتِلُ لَا يَرِثُ (ت عن ابى هريرة)

″Kâtil, mîrasçı olamaz″[9] diye buyurmuştur. Burada kendisine mîras bırakan kimseyi öldüren vârisin mîrastan mahrum kalacağı hükme bağlanmıştır. Bu hükmün illeti, kâtilin haram bir fiil işlemek sûretiyle kendisine menfaat sağlayacak bir sonucu zamanından önce meydana getirmeye yönelmesidir. Bu sebeple kâtilin kastı kendi aleyhine çevrilmiş ve mîrastan mahrum bırakılmıştır. Lehine vasiyet edilen kimse aynı suçu işlese, bunun hakkında açık delil olmadığı halde kıyas yolu ile aynı hüküm uygulanır ve bu kimse de vasiyetten mahrum bırakılır. Çünkü iki olayda da illet aynıdır.

Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

لَا يَبِعْ أَحَدُكُمْ عَلَى بَيْعِ أَخِيهِ وَلَا يَخْطُبْ عَلَى خِطْبَةِ أَخِيهِ إِلَّا أَنْ يَأْذَنَ لَهُ (حم خ عن ابن عمر)

″Sizden biriniz Müslüman kardeşinin satışı üzerine satış yapmasın. Müslüman kardeşinin hıtbesi (evlenme teklifi) üstüne de, izni olmadıkça hıtbe yapmasın (teklifte bulunmasın)[10] diye buyurmuştur. Burada kişiye başkasının evlenmek üzere teklifte bulunduğu kadına evlenme teklifi etmesi ve alışverişine yeni bir teklifte bulunması yasaklanmıştır. Hükmün illeti açıktır. Böyle bir davranış karşısındakini üzer, kırgınlığa ve düşmanlığa yol açar. Bir kimsenin başkasının kirâ sözlemesi ile ilgili teşebbüsüne bu tarz da katılma durumu da illet birliği sebebiyle bu delile kıyasla aynı hüküm verilmiştir.

Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

إِذَا كُنْتُمْ ثَلَاثَةً فَلَا يَتَنَاجَى اثْنَانِ دُونَ صَاحِبِهِمَا فَإِنَّ ذَلِكَ يَحْزُنُهُ (ه عن عبد اللّٰه)

″Üç kişi olduğunuzda, iki kişi, üçüncüden ayrı olarak fısıldaşmasın. Çünkü bu, onu üzer″[11] diye buyurmuştur. Bu Hadis-i Şerif, yanlarında üçüncü kişi varken iki kişinin baş başa verip gizli konuşmasını yasaklamıştır. Burada hükmün illeti de açıkça belirtilmiş ve üçüncü kişinin üzüleceği vurgulanmıştır. İki kişinin, yanlarındaki üçüncü kişinin bildiği dille konuşabilecekleri halde onu bırakıp başka bir dille konuşmaları durumunda da, illet birliği sebebiyle aynı hüküm verilmiştir.

Bu örneklerde de görüldüğü üzere, Kıyâs-ı Fukaha bir içtihat meselesidir. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ümmetin fukahası için böyle bir içtihadı câiz görmüştür. Nitekim bu hususta şu hâdise nakledilmiştir.

أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيِهِ وَسَلَّمَ بَعَثَ مُعَاذًا إِلَى الْيَمَنِ فَقَالَ‏ كَيْفَ تَقْضِ؟‏ فَقَالَ أَقْضِي بِمَا فِي كِتَابِ اللّٰهِ‏.‏ قَالَ‏ فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي كِتَابِ اللّٰهِ‏؟‏ قَالَ فَبِسُنَّةِ رَسُولِ اللّٰهِ‏.‏ قَالَ فَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِي سُنَّةِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيِهِ وَسَلَّمَ؟‏ قَالَ أَجْتَهِدُ رَأْيِي‏.‏ قَالَ‏ الْحَمْدُ لِلّٰهِ الَّذِي وَفَّقَ رَسُولَ رَسُولِ اللّٰهِ (ت عن معاذ)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Muaz İbn-i Cebel Radiyallâhu anhu’yu Yemen’e gönderirken ona: ″Nasıl hüküm vereceksin?″ diye sordu. Muaz Radiyallâhu anhu: ″Allah’ın kitabındaki ahkâma göre hüküm veririm″ dedi. Resûlü Ekrem: ″Allah’ın kitabında bulamazsan, nasıl hüküm verirsin?″ diye sordu. Muaz Radiyallâhu anhu: ″Resûlullah’ın sünnetine göre hüküm veririm″ dedi. Resûlü Ekrem: Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetinde de bulamazsan ne yapacaksın?″ diye sordu. Muaz Radiyallâhu anhu: ″Kendi içtihadımla hükmederim″ dedi. Resûlü Ekrem şöyle buyurdu: Resûlullah’ın elçisini muvaffak kılan Allah’a hamdolsun.[12]

Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyâs ″Aslî deliller″dir. Bunların yanında bir de ″Fer’î deliller″ vardır. Bunlar; istihsân, mesâlih-i mürsele, , örf, sahâbe kavli, şer’ü men kablenâ (geçmiş şeriatler), sedd-i zerâyi, istishâb olmak üzere yedidir. Bu deliller hakkında kısadan bilgi vereceğiz. Bunların ayrıntısını ″Usûl-i Fıkıh″ kitaplarında bulabilirsiniz.[13]

1- İstihsân: Kelime olarak, bir şeyi iyi ve güzel görmek demektir. Terim olarak da, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir delile dayanarak, genel kuraldan ayrılıp başka bir hüküm vermesidir. Hz. Ömer’in şu uygulamaları istihsâna örnek olarak verilmiştir:

Dahhâk b. Halîfe, el-Urayd denilen bir nehirden kendisi için bir su kanalı açtı. Bu suyu Muhammed b. Mesleme’nin arazisinden geçirmek istedi. Çünkü su ile kendi arazisi arasında bu kişinin arazisi bulunuyordu. Muhammed b. Mesleme geçirttirmek istemedi. Dahhâk ona: ″Neden bana engel oluyorsun? Burdan geçecek sudan yararlanırsın, o sudan içersin, sana zararı olmaz″ dedi. Muhammed b. Mesleme yine râzı olmayınca Dahhâk, konuyu Hz. Ömer’e anlattı. Hz. Ömer de Muhammed b. Mesleme’yi çağırdı ve Dahhâk’a izin vermesini emretti. Muhammed b. Mesleme: ″Hayır, olmaz″ deyince Hz. Ömer: ″Niçin bir Müslüman kardeşinin faydalanacağı şeye mâni oluyorsun? Halbuki ondan sen de yararlanırsın. Dâimâ bu su ile arazini sulayabilirsin, sana hiç zarar vermez″ dedi. Muhammed b. Mesleme de: ″Allah’a yemin ederim ki hayır″ deyince Hz. Ömer: ″Allah’a yemin ederim ki, senin karnın üzerinden bile olsa bu suyu geçirecek″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Dahhâk’a o araziden suyu geçirmesini emretti, o da geçirdi.[14]

Hatib’in köleleri, Müzeyne kabilesinden bir şahsa ait deveyi çaldılar ve onu kestiler. Durum Hz. Ömer’e bildirildi. Hz. Ömer, Kesir b. es-Salt’a hırsızların elini kesmesini emretti. Sonra bundan vazgeçerek Hz. Ömer, Hatıb’a: ″Sanırım onları aç bırakıyorsun″ dedi. Sonra devamla Hz. Ömer: Vallâhi, sana ağır gelecek şekilde bunu ödettireceğim″ dedi. Sonra Müzeni’ye ″ Devenin fiyatı ne kadar?″ deyince Müzeni: ″Vallâhi, onu dört yüz dirheme vermezdim″ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer, Hatıb’a hitâben: ″Ona sekiz yüz dirhem ver″ dedi.[15] Görüldüğü üzere Hz. Ömer’in verdiği bu kararlar Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas’a dayanmamaktadır.

Yine unutarak yiyip içenin orucunun bozulmaması istihsân yoluyla sâbittir. Burada genel kurala göre orucun bozulması gerekirdi. Çünkü orucu bozan şeylerden sakınmak, orucun rükünlerindendir. Unutarak da olsa yeme içme ile bu rükün ortadan kalkmış olur. Ancak Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem:

إِذَا نَسِيَ فَأَكَلَ وَشَرِبَ فَلْيُتِمَّ صَوْمَهُ فَإِنَّمَا أَطْعَمَهُ اللّٰهُ وَسَقَاهُ (خ عن أبى هريرة)

″Oruçlu iken unutarak yiyip içen kimse orucunu tamamlasın, zîrâ onu Allah yedirip içirmiştir″[16] diye buyurduğundan dolayı orucun bozulmadığına hükmedilir. Ebû Hanife’nin; ″Bu Hadis-i Şerif olmasaydı, kıyasa göre amel edip, unutarak yiyip içenin orucunun da bozulacağına hüküm verirdim″ dediği nakledilir.

2- İstislâh (Mesâlih-i mürsele): Kelime olarak, ıslah etmek ve bir şeyi uygun bulmak demektir. Terim olarak da, müçtehidin hakkında kıyas edilebilecek kitap veya sünnet yahut icmâ ile sâbit bir hüküm bulunmadığında bir fayda sağlaması veya bir zararı gidermesi için hüküm vermesidir. İslâm’a faydası olacağını düşünerek Sahâbe-i Kirâm’ın mesâlih-i mürsele ile hüküm verdikleri birçok husus vardır. Meselâ: Hz. Ebû Bekir döneminde Hz. Ömer’in teklifi üzerine Kur’ân sahifelerinin bir mushafta toplanması, Hz. Osman döneminde de bu tek olan mushafın çoğaltılarak belli yerleşim yerlerine götürülmesi bunlardandır.

Yine İmâm-ı Âzam ve İmam Ebû Yusuf’tan nakledildiğine göre; Müslümanlar, eşya veya koyun gibi bir kısım ganîmet ele geçirseler ve bunları taşımaya güçleri yetmese, düşmanlar bunlardan yararlanmasın diye koyunları kesip bunların etlerini ve diğer eşyayı yakmalıdırlar. Bu hüküm, tamamen Müslümanların faydasına ve onlar aleyhine doğacak zararın önüne geçilmesi için verilmiştir.

3- Örf: İnsanların çoğunluğunun benimseyip alışkanlık hâline getirdiği işlerdir. Şer’î delillere ve şartlara göre değişmesi mümkün olmayan şer’î hükümlere aykırı olması hâlinde örfün muteber sayılmayacağı hususunda ittifak edilmiştir. Meselâ; içki içme, kumar oynama, kadınların cenâzenin peşinden yürümeleri ve dışarıya örtünme esaslarına riâyet etmeden çıkmaları gibi davranışlar toplumda âdet hâline gelse bile geçerli birer örf olarak aslâ kabul edilmez. Ancak şer’î delillerden ve İslâm’ın temel kurallarından birine aykırı olmadığı sürece fakihler örfü muteber saymışlar ve onu hüküm verirken kendisine dayanılan kaynaklardan biri olarak kabul etmişlerdir. Çünkü İslâm hukukunda hükümlerin konulmasındaki esas amaç, insanların sıkıntılarını gidermek ve aralarında adâleti tesis etmektir. Meselâ: İmam Muhammed, örf bulunması hâlinde, taşınabilen bir malın da taşınamayan maldan bağımsız olarak vakfedilebileceğine hükmetmiştir. Oysa, vakıf konusunda genel kural, vakfın ebedî olması, dolayısıyla taşınabilir bir malın vakfedilememesidir.

4- Sedd-i zerâyi: Haram veya mekruh çerçevesinde şer’an yasaklanmış şeylere götüren vasıtaların yasaklanması demektir. Bu hususta gerek Kur’ân’da gerekse sünnette birçok delil vardır. Allah’u Teâlâ Sûre-i Nûr, Âyet 31’de, Mü’min kadınlara hitâben: ″Gizledikleri ziynetleri bilinsin diye ayaklarını da yere vurmasınlar″ diye buyurmaktadır. Bu âyette Mü’min hanımların ayaklarındaki halhalların sesi duyulacak şekilde yani dikkatleri üzerlerine çekecek tarzda yürümeleri yasaklanmıştır ki, bu yolla erkeklerin dikkatini çekmeye ve kötü düşünceleri harekete geçirmeye hazırlamış olmasın. Yine Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, ölüm cezâsını hak ettikleri halde, daha büyük zararın meydana geleceğini dikkate alarak münâfıkların öldürülmesi cihetine gitmemiştir. ″Muhammed, kendi adamlarını öldürtüyor″ diye dedikodu çıkmasını istememiştir.

Hanefiler; harama yönelme iradesini gösteren belirtinin bu maksada kuvvetli bir biçimde delâlet etmesini şart koşarlar. Meselâ: Ölüm hastalığı hâlinde talak tasarrufu böyledir. Zîrâ bu durumun kadını mîras hakkından yoksun bırakma amacına delâleti güçlüdür. Bir kimsenin vâdeli olarak sattığı malı araya üçüncü bir kişi girmeksizin daha az bir bedelle peşin fiyatına satın alması da haram kılınmış, çünkü faize yönelme amacını kuvvetli bir şekilde göstermektedir. Bu sebeple Hanefiler, erkeğin ölüm hastalığı hâlinde iken boşamış olduğu karısının kendisine mîrasçı olacağına hükmetmişlerdir. Yine bir malın vâdeli olarak satımından sonra daha düşük bir bedelle satın alınmasını fâsit saymışlardır.

5- Şer’ü men kablenâ (geçmiş şeriatler): Allah’u Teâlâ’nın Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’den önceki toplumlar için koyduğu Peygamberleri vasıtası ile onlara bildirdiği hükümlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in sünnetinde yer almayan hususlar Müslümanlar için bağlayıcı değildir. Yine Müslümanlar açısından mensuh (yürürlükten kaldırılmış) olduğuna dair bir delil bulunan hükümler de Müslümanlar için bağlayıcı değildir. Fakat Müslümanlar hakkında geçerli olduğuna dair bir delil varsa, bu hükümler Müslümanlar için bağlayıcıdır. Meselâ: Oruç önceki ümmetlere farz olduğu gibi Muhammed Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ümmetine de farzdır. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 183’te: ″Ey îman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi, Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için size de farz kılındı″ diye buyurmuştur. Bir de Kur’ân-ı Kerîm’de ve Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in ifadelerinde kabul veya ret işareti olmaksızın zikri geçen ve Müslümanlar bakımından mensuh olduğuna dair bir delil de bulunmayan hükümler vardır ki, bunlar da âlimlerin çoğu tarafından Müslümanlar için bağlayıcı kabul edilmiştir.

6- Sahâbe kavli: Sahâbî, kelime olarak ″Arkadaş″ demektir. Çoğulu ″Sahâbe″ ve ″Ashâb″dır. Terim olarak da, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem ile görüşüp ona îman etmiş olanlardır. Bâzı fıkıh âlimleri ise sahâbî ifadesini, Peygamberimiz Efendimize yetişmiş, ona îman etmiş ve örfen arkadaş denilebilecek derecede uzun süre onunla birlikte bulunmuş kimseye denir, demişlerdir. Hulefâ-i Râşidîn, Peygamber Efendimizin hanımları, Ebû Hüreyre, Abdullah b. Mes’ud, Abdullah b. Abbas ve Zeyd b. Sâbit gibi. Ayrıca Sahâbe içerisinde bir grup fıkıh bilgisi ve kaynaklardan hüküm çıkarma gücü ile tanınıyordu. Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem vefat edince, Müslümanların karşılaştıkları meseleler hakkında Sahâbe-i Kirâm’a önemli görevler düşmüştür. Hanefiler Sahâbe kavline dayanarak verilen hükümlerde, özellikle fıkıh bilgisi olanı tercih etmişler ve Sahâbînin çoğunun uyguladığı uygulamaları esas almışlardır.

Sahâbe hakkında Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

مَهْمَا أُوتِيتُمْمِنْكِتَابِ اللّٰهِ فَالْعَمَلُ بِهِ لَا عُذْرَ لِأَحَدٍفِيتَرْكِهِفَإِنْ لَمْ يَكُنْفِيكِتَابِ اللّٰهِ فَسُنَّةٌ مِنِّي مَاضِيَةٌفَإِنْ لَمْ تَكُنْ سُنَّةً مِنِّي فَمَا قَالَ أَصْحَابِيإِنَّ أَصْحَابِي بِمَنْزِلَةِ النُّجُومِ فِي السَّمَاءِفَأَيُّهَا أَخَذْتُمْبِهِاهْتَدَيْتُمْوَاخْتِلَافُ أَصْحَابِي لَكُمْ رَحْمَةٌ (ق في المدخل وابو نصر السجزى في الابانة والخطيب وابن عساكر والديلمي عن سليمان ابن أبى كريمة عن الضحاك عن ابن عباس)

″Allah’ın kitabından size herhangi bir hüküm verilirse, onunla amel lâzımdır. Terkedildiğinde özür kabul edilmez. Eğer aradığınız hükmü Allah’ın kitabında bulamazsanız, benim sünnetime tâbi olun. Sünnetimde de o hükme ait bir şey bulamazsanız, Ashâbıma ve onların sözlerine sarılın. Zîrâ Ashâbım gökteki yıldızlar gibidir. Herhangi birinin sözünü alsanız hidâyet bulursunuz, Ashâbımın ihtilâfı da sizin için bir rahmettir.″[17]

Kitap, Sünnet ve İcmâ’da hüküm bulunmadığı zaman Sahâbe kavli (sözü), Müslümanlar için bağlayıcı bir kaynaktır. Âlimler demişler ki, bir Sahâbînin kavli, diğer Sahâbe müçtehitleri için bağlayıcı olamaz. Çünkü onlar birçok meselede ihtilaf etmişlerdir. Eğer birinin kavli, diğer müçtehid Sahâbîlere karşı delil teşkil etse idi, böyle bir ihtilaf câiz olmazdı. Zîrâ Peygamber Efendimiz ihtilafın olacağını ve bunun bir rahmet olduğunu söylemiştir.

Sahâbe kavlinin, re’y ve ictihad ile kavranamayacak bir konuda olması hâlinde, bunun kaynak olduğunu ve ona göre amel etmek gerektiğini bütün âlimler ihtilafsız kabul ederler. Zîrâ böyle bir durumda ilk ihtimal, Sahâbe kavlinin Peygamber Efendimizden duyulan bir bilgiye dayanmış olmasıdır. O halde bu bir nevi Sünnet sayılır. Sünnet ise bütün Müslümanların ittifakı ile şer’î hükümlerin en kuvvetlilerindendir. Meselâ: Hanefîler, asgari hayız süresinin üç gün olduğuna dair Abdullah b. Mes’ud Radiyallâhu anhu’dan rivâyet edilen görüşü delil olarak almıştır. Çünkü dîni konulardaki miktarlar re’y ve akıl ile bilinemez, bu onun Peygamber Efendimizden duyduğu bir bilgiye dayandığını gösterir.

7- İstishâb: Kelime olarak birlikte olmak ve ayrılmamak demektir. Terim olarak da, geçmişte sâbit olan bir durumun değiştiğine dair bir delil bulunmadıkça halihazırda varlığını koruduğuna hükmetmektir.

Bir meselede bütün bu aslî ve fer’î dediğimiz deliller ile bir araştırma yapılır da bir sonuç elde edilemez ise, o zaman ibâha-i asliyye esasına göre hükmedilir. İbâha-i asliyye; aksine bir delil bulunmadığı sürece bir eşyadan faydalanma veya bir davranışta bulunmanın mübah olduğuna hükmedilmesidir. Eşyada aslolan mübahlıktır.

Fakihler şu prensipleri istishâb deliline dayandırmışlardır: 1- Bir değişiklik meydana geldiğine dair delil bulunmadıkça, olanı olduğu halde bırakmak esastır. Meselâ: Kaybolan kimsenin öldüğüne dair delil bulunmadıkça, sağ olanlara uygulanan hükümler uygulanır. Yeri, hayatta olup olmadığı bilinmeyen kimse, kendi hakkında diri hükmündedir. Bu takdirde malı mirasçılar arasında taksim edilmez, karısı başkasıyla evlenemez ve kirâ mukavelesi bozulmaz.[18] Bu husus fıkıh kitaplarında ″Mefkûd″ başlığı altında işlenmiştir.[19] 2- Hükmüne dair belirli bir delil bulunmayan her şey mübahtır. Meselâ: Fâsid veya bâtıl olduğuna dair şer’î bir delil bulunmayan bütün sözleşmelerin veya hukukî işlemlerin geçerli olduğuna hükmedilir. 3- Kesin olarak bilinen bir şey, şüphe ile ortadan kalkmaz. Meselâ: Abdest aldığını kesin olarak bilen bir kimse, içinde abdestin bozulduğu hususunda bir şüphe duysa, daha önce varlığı kesin olarak bilinen abdestin varlığının devam ettiğine hükmedilir.


[1] İmam Mâlik, Muvatta, Kitab’ul-Kader 3.

[2] İmam Kurtubî, el-Câmi’u li-Ahkâm’il-Kur’ân, c. 18, s. 17; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 133/7, 227/11; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 2468.

[3] Sünen-i Ebû Dâvud, Sünnet 6; Sünen-i Tirmizî, İlim 10; Sünen-i İbn-i Mâce, Mukaddime 2.

[4] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 507/5; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1124.

[5] Sünen-i Tirmizî, Fiten 7; Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 8.

[6] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 3418; Taberâni, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 8504.

[7] Ümm’ül-veled; efendisinden çocuk doğuran câriye demektir. Sahâbe, daha önce ″Ümmü’l-veled″ olan câriyenin satılıp satılamayacağı ve efendisinin ölümünü takiben hürriyetine kavuşup kavuşamayacağı hususunda ihtilaf etmiş, fakat sonunda görüş birliğine vararak Hz. Ömer zamanında ümm’ül-veled’in satılamayacağı ve efendisi ölünce hür statüsüne gireceği hususunda görüş birliği olmuştur. Hz. Ali Efendimiz de bu görüşü kabul etmiş, fakat daha sonra fikir değiştirmek isteyince, kendisini uyaran zâtın sözünü beğenerek farklı hüküm vermekten vaz geçmiştir. (Usûlü’l-fıkh, s. 113)

[8] Hanefiler, ateşte kaynatmak sûretiyle üzüm suyundan elde edilen içki ile kuru üzüm, incir, hurma, buğday, bal gibi tâze üzüm dışındaki maddelerden yapılan içkiye ″Hamr″ demezler. Fakat hamra kıyas ile bunlarda onun hükmünü alırlar. Diğer fakihlere göre ise, hamr; ister üzüm suyundan ister diğer maddelerden yapılan her türlü sarhoş edici içkinin adıdır. Bu görüşe göre; bütün sarhoş edici maddelerin haramlığı, söz konusu âyet ile sâbit olmaktadır. (Usûlü’l-fıkh, s. 128)

[9] Sünen-i Tirmizî, Ferâiz 17; Kütüb-i Sitte, Hadis No: 4709.

[10] Ahmed bi Hanbel, Müsned, Hadis No: 4492; Sahih-i Buhâri, Nikâh 45, İmam Mâlik, Muvatta, Nikah 1.

[11] Sünen-i İbn-i Mâce, Edeb 50.

[12] Sünen-i Tirmizî, Ahkâm 3.

[13] İslam Hukuk İlminin Esasları (Usûlü’l-Fıkh), TDV Yayınları, s. 168-222.

[14] İmam Mâlik, Muvatta, Ekdiyye (Şer’î hükümler ve muhakeme) 26.

[15] İmam Mâlik, Muvatta, Ekdiyye (Şer’î hükümler ve muhakeme) 28.

[16] Sahih-i Buhârî, Savm 26.

[17] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 1002.

[18] Hanefilere göre; kaybolan kimsenin ömründen akranı ve emsâli yaşamayacak kadar zaman geçerse, bâzıları ″Ömründen doksan sene″ bâzıları ″Yüz yirmi sene geçmesidir″ demişlerdir. Zîrâ yüz yirmi sene, ömrün sonudur. İmam Ebû Yusuf’a göre; yüz senedir. Tercih edilen görüşe göre, hâkimin rey’ine bırakılır. Kaybolan kimsenin ölümüne hükmolunduğunda, karısı ölüm için iddet bekler. Çünkü hükmen ölüm, hakikaten ölüm gibi itibar olunur. (Mültekâ Tercümesi, Mevkûfât, c. 1, s. 360; Fetvâyi Hindiyye, c. 14, s. 510)

[19] Ölümüne hükmedilen mefkûd, malları taksim edildikten ve karısı evlendikten sonra sağ olarak gelirse, vârislerdeki mallarını alabilir. Fakat harcanmış olanları tazmin ettiremez ve karısını ikinci kocasından ayıramaz (el-Fetâva'l-Hindiyye, II, 300).


.