Namazın farzlarının altısı da namazın içinde bulunmaktadır. Bunlara namazın rükünleri (ana temelleri) de denir. Rükün lügatta; bir şeyin en sağlam tarafı, temel direği gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ise rükün; ibâdetlerin ve akitlerin aslî unsurları demektir. Yukarıda ayrıntılı olarak anlatıldığı üzere namazın dışındaki farzlara da namazın şartları denir. Şartlar, rükünlerden önce yerine getirilir. Şartlar yerine getirilmeden, rükünler geçerli olmaz. Namazın rükünleri şöyledir:
1- İftitah tekbiri: Namaza başlama tekbiri demektir ki, o da Allah’u Teâlâ’ya tâzim ifade eden ″Allâhu Ekber″ lafzını söylemektir. Buna ″Tahrime″ de denir. Allah’u Teâlâ Sûre-i Müddessir, Âyet 3’te: ″Rabbini tekbir et″ diye buyurmuştur.
Tekbir alırken, Lafza-i Celâl’in hemzesiniاۤللّٰه ″Âllah″ diye uzatmak, ″Ekber″in ″B″ harfini اَكْبَار ″Ekbâr″ diye uzatmak câiz değildir. Böyle yapılırsa namaz bozulur.
″Allâhu Ekber″ yerine ″Allâhu ecel″, ″Allâhu a’zam″, ″er-Rahmânu Ekber″, ″Subhânallâh″, ″Lâ ilâhe illallâh″ gibi Cenâb-ı Hakkk’a tâzim ifade eden tekbirler, tesbihler kullanmak câiz ise de, en efdali ″Allahu Ekber″ demektir.
Namaza, ″Allâhümmeğfirlî″ gibi lafızlarla başlamak câiz değildir. Çünkü bu lafızlar hâlis tâzim için değildir.
Tahrime tekbiri, Hanefilere göre, namazın esâsen bir rüknü değil, bir şartıdır. Böyle olmakla beraber, namazın rükünlerine çok bitişik olduğu için bu da bir rükün sayılmıştır. İmam Şâfii ise, tahrime tekbiri esâsen namazın bir rüknüdür″ der.
İmama uymak üzere ayakta alınan iftitah tekbirinin tamamen kıyam halinde alınması şarttır. Bu sebeple rükû halinde bulunan bir imama uyan kimse, kıyam halinde ″Allâhu Ekber″ derken, ″Ekber″ sözünü rükûya vardıktan sonra diyecek olsa, imama uyması sahih olmaz.
2- Kıyam: İftitah tekbirini ayakta alıp rükûya kadar ayakta durmaya denir. Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 228’de: ″… Huşû ile Allah’ın huzuruna durun″ diye buyurmuştur.
Kıyam, farz ve vâcip namazlarda bir rükündür.Bundan dolayı kıyama kudreti olan kimsenin oturarak kılacağı farz veya vâcip namaz câiz olmaz.Ayakta durarak namaz kılmaya kudreti olmayan veya kudretli olup da secde etmekten âciz bulunan kimse için oturarak namaz kılmaya müsaade vardır. Fakat bir kimsenin kıyamın ancak bir miktarında ayakta durmaya kudreti olsa, iftitah tekbirini aldıktan sonra oturur. Ayakta durmaya kudreti olup da rükû ve secdeye kudreti olmayan kimse de ister ayakta, isterse oturarak îmâ ile namazı kılar.
Rükû ve secde ile namaz kıldığı takdirde yarasından kan akacak kimse de namazını ayakta veya oturarak îmâ ile kılar.
Bir hasta, başı ile îmâya kâdir olmasa, namazını sonraya bırakır; kalbi ile veya gözleri ile veya kaşlarıyla îmâda bulunmaz. Bu hüküm İmam-ı Âzam’a göredir. İmam Ebû Yusuf’a göre, bu durumda kalbi ile îmâda bulunmazsa da, gözleriyle, kaşlarıyla îmâda bulunur. İmam Züfer ile İmam Şâfiî’ye göre, kalbi ile de îmâda bulunur.Diğer bir rivayete göre; böyle bir hastanın acziyet hali, bir gün ve bir geceden fazla devam ederse, bu müddete ait namazları büsbütün kendisinden düşer. Aklı başında olsa da hüküm böyledir.
Bir kimsenin baygınlığı bir gün ile bir geceden az devam ederse, bu arada geçen namazlarını kazâ eder. Fakat bundan çok devam ederse, namazları üzerinden düşer. Bu azlık ve çokluk İmam-ı Âzam’a göre, saat itibariyledir. İmam Muhammed’e göre ise, geçen namazların vakitleri itibariyledir. Bu sebeple İmam Muhammed’e göre, geçmiş olan namazlar beşten fazla ise düşerler; değilse düşmezler. Bu görüş, daha sahih görülmektedir.
Bir zaruret olmaksızın farz namazlar, hayvan üzerinde kılınmaz. Vitir namazı, cenâze namazı, yerde okunmuş olan secde âyetinden dolayı yapılacak tilâvet secdesi ve kazâsı lâzım gelen herhangi bir namaz da bu hükümdedir.İmam-ı Âzam’dan bir rivayete göre, sabah namazının sünneti de bir zaruret bulunmadıkça hayvan üzerinde kılınamaz.Ulaşım araçları da aynı binek hükmündedir. Gemi, uçak, tren ve otobüs gibi toplu taşıma araçlarını kişiler kendi iradeleriyle dilediği zaman ve dilediği yerde durduramayacağından dolayı bu bir zarurettir. Bu sebeple farz namazlar, bu araçlarda kılınabilir. Özel araçları ile seyahat eden kimseler de, namaz kılmak için uygun bir yer bulamadıklarında veya can ve mal güvenliğinin tehlikeye girdiği yerlerde farz namazlarını araçlarında kılabilirler. Fakat aracı kullanan kişiler, araçlarını kullanırken namaz kılamazlar.
Yüzüp gitmekte olan bir gemi içinde, bir özür bulunmasa da bütün namazlar oturularak kılınabilir. Fakat ayakta kılmak daha efdaldir. Bu, İmam-ı Âzam’a göredir. İmâmeyn’e göre ise, baş dönmesi gibi bir özür bulunmadıkça yürüyen gemi içinde farz namazlar oturularak kılınamaz. Çünkü kıyam, bir rükündür, bir özür bulunmadıkça terk edilemez. İmam-ı Âzam’a göre ise, gemide baş dönmesi gâliptir; gâlip ise muhakkak hükmündedir.
Deniz kenarında veya ortasında bağlı bulunan bir gemi, eğer çalkalanmamakta ise yer hükmündedir; içinde ayakta olarak namaz kılınır. Fakat çalkalanıp durmakta ise, binek hayvanı hükmünde olur. Bu sebeple eğer; mümkünse içinden çıkarak namazı dışarda kılmak gerekir.Hareket hâlinde bulunan bir uçak da yürümekte olan bir gemi gibidir; bunun da yürümesi ve durması yolcunun elinde değildir.
Binek hayvanı üzerinde namaz kılan kimse, rükû ve secdeyi îmâ ile yapar; secde için rükûdan biraz daha fazla eğilir. Hayvan üzerinde bir şey üzerine, meselâ: Hayvanın eyerine, baş koyarak secde edilmesi mekruhtur. Hareket halindeki arabada namaz kılan kimse için de hüküm böyledir.
Sünnet ve müstahab namazlar, bir özür bulunmasa da oturularak kılınabilir. Fakat efdal olan ayakta kılmaktır. Bu hususta icmâ vardır. İmam-ı Âzam’a göre; yalnız sabah namazının sünneti bundan müstesnâdır.Terâvih namazını da özürsüz oturarak kılmak câiz ise de, mekruhtur.
3- Kıraat: Kur’ân-ı Kerîm’den âyetleri özenerek okumaktır. Burada kıraatten maksat da, namaz kılan kimsenin kendi işitecek kadar diliyle harfleri yerli yerinde çıkartarak Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinden bir miktar okumasıdır. Allah’u Teâlâ Sûre-i Müddessir, Âyet 20’de: ″Artık Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun! ″ diye buyurmuştur. Ancak imama uyan kimse, bu kıraatten müstesnâdır. Bu kimse Fâtiha ve zamm-ı sûreyi okumaz.
Namazda kıraatın farz olan miktarı, üç kısa âyet veya en az üç kısa âyet miktarı olacak kadar uzun bir âyettir. Bir harften veya bir kelimeden ibâret olan bir âyetin, meselâ; ″Nûn″ ve ″Müdhâmmetâni″ âyetlerinin okunması, sahih olan görüşe göre yeterli olmaz. Çünkü bu, bir kıraat sayılmaz.[1]
″Âyet’ül-Kürsî″ gibi uzun bir âyetten bir kısmını bir rek’atta, diğer kısmını da diğer rek’atta okumak, sahih olan görüşe göre, yeterli olur; çünkü bunlar üçer kısa âyete denk olmuş bulunur.
Vitir gibi vâcip ve nâfile (terâvih ile farzlardan evvel ve sonra kılınan sünnetler, kuşluk vakti ve gece kılınan namazlar gibi) namazların ve iki rek’atlı farz namazların her rek’atında kıraat farzdır. Fakat üç ve dört rek’atlı farz namazlarda, tâyin yapılmaksızın yalnız iki rek’atlarında kıraat farzdır.
İmam-ı Âzam’dan tercih edilen görüşe göre; farz olan namazların üçüncü ve dördüncü rek’atlarında Fâtiha-i Şerife okumak vâciptir.
4- Rükû: Namazlarda rükû da bir rükün olduğundan farzdır. Allah’u Teâlâ Sûre-i Hacc, Âyet 77’de: ″Ey îman edenler! Rükû edin, secde edin…″ diye buyurmuştur. Rükû, erkekler için parmaklar biraz açık olduğu halde diz kapaklarına ellerini koyarak beli de düz olacak şekilde eğilmektir. Beli ile başı aynı hizada olmalıdır. Kadınlar için de parmaklar kapalı olduğu halde ve ellerini diz kapaklarından biraz yukarı koyarak eğilmek ve sırtını biraz eğri bulundurmaktır.
İmama rükû halinde yetişen kimse, ayakta tekbir alıp ondan sonra rükûya gider. Bu tekbiri ayakta değil de rükûya yakın vaziyette alırsa namazı bozulur, imama uymuş olmaz. İmam henüz rükûda iken yetişip de ona uyarak rükûya varan kimse, o rek’atı imamla kılmış sayılır. İmam rükûdan kalktıktan sonra imama uyan kimse, artık o rek’atı kaçırmış olur. Kaçırdığı rek’atı namaz sonunda imam selâm verdikten sonra tek başına kılar.
İmama uyan kimse, imamdan önce rükûya gidip daha imam rükûya gitmeden başını kaldırırsa, bu rükû yeterli olmaz. Bunu imamın rükûsu ile iade etmezse namazı bozulmuş olur.İmamdan önce rükûdan, secdeden başını kaldıran bir kimse, hemen geri rükû ve secdeye döner ki, imama muhalefet etmemiş olsun.
Bu hususta Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:
أَمَا يَخْشَى أَحَدُكُمْ إِذَا رَفَعَ رَأْسَهُ قَبْلَ الْإِمَامِ أَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ رَأْسَهُ رَأْسَ حِمَارٍ أَوْ يَجْعَلَ اللّٰهُ صُورَتَهُ صُورَةَ حِمَارٍ (خ م عن أبى هريرة)
″Sizden biriniz, imamdan önce başını (rükû veya secdeden) kaldırdığı zaman, başını Allah’u Teâlâ’nın eşek başına veya sûretini eşek sûretine çevirmesinden korkmuyor mu?″[2]
İmama rükûda yetişen kimse için iki tekbir şart değildir. Ayakta ″Allâhu Ekber″ deyip hemen rükûya gider. Bu bir tekbir ile hem iftitah, hem de rükû tekbirini almış olur.
5- Secde: Rükûdan sonra elleri, dizleri, ayak parmak uçları ile alın ve burnu yere değdirmektir. Secdelerde erkekler, karınlarını uyluklarına dokundurmazlar, dirseklerini yanlarına ve yere değdirmezler. Kadınlar ise dirseklerini vücuduna ve yere bitiştirirler. Secdede gözler kapanmaz. Tüylü post gibi gözün açılmasına mâni olan şeylere secde edilmez. Secde etmeye engel olacak şekilde alnında veya burnunda yarası olan kimse îmâ ile secdeleri yapar.
Namazda secde için alın yere koyulduğu halde burun yere konmasa, secde yine câiz olur; fakat böyle bir secde özür bulunmayınca mekruhtur. Aksine olarak burun yere konur da alın konmazsa, özür olmadığı takdirde İmam-ı Âzam’a göre kerâhetle câiz olur. İmâmeyn’e göre, özürsüz böyle bir secde câiz olmaz. Sonuçta secdede alın ile burnun yere temas etmesi gerekir.
Secdede ellerle dizleri yere koymak Hanefilere göre sünnettir. Çünkü secde bunlarsız da olabilir. Fakat iki ayağın veya bir ayağın parmakları yere konmadıkça secde câiz değildir. Bir ayağın yalnız bir parmağını veya ayağın yalnız üstünü yere koymak kâfi gelmez.
Namaz kılan bir kimsenin, secde ettiği yerin sert olması ve alın ve burnun yere temas etmesi lâzımdır. Bu sebeple sert olmayan atılmış pamuk, saman, kum, darı gibi şeylerin üzerine secde etmek câiz değildir. Çünkü secdeye giden kişinin sâdece alnı ve burnu yere değmesi gerekir. Çok yumuşak olan zeminler ise, alın ve burun haricindeki yüzün diğer kısımlarına da temas edeceğinden dolayı secde câiz olmaz.
Kalabalıktan dolayı, aynı namazı cemaatle kılan kimselerin birbiri üzerine secde etmeleri câizdir. Fakat ayrı namaz kılanların kalabalıktan dolayı birbiri üzerine secde etmeleri câiz değildir.
Namaz kılan kimsenin, giydiği elbisesinin kol kısmı ve eteği üzerine secde etmesi câizdir. Bir gün İmam-ı Âzam, bir hırka üzerinde namaz kılıyordu. Bir kimse yanından geçip, ″Yâ şeyh! Böyle yapma; bu, mekruhtur″ dedi. İmam-ı Âzam o kimseye, ″Nerelisin?″ diye sorunca, ″Harzemliyim″ diye cevap verdi. İmam-ı Âzam, ″Allâhu Ekber, şeriat ilmi burdan Harzem’e gider, yoksa ordan buraya gelmez″ dedikten sonra, ″Sizin mescidinizde ot var mı?″ diye sordu. O kimsenin, ″Vardır″ demesi üzerine İmam-ı Âzam, ″Ot üzerine secde etmek câiz olur da, hırka üzerine secde etmek neden câiz olmasın?″ demiştir.
Kişi, başındaki sarığı veyahut sırtındaki elbisenin herhangi bir ucu üzerine secde ederse câizdir. Çünkü Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, alnına sarkan sarığının katları üzerinde secde ederdi.[3]
Secde edilecek yer, ayakların konduğu yerden eğer yarım arşın yani on iki parmak mikdarı yükseklikte olursa secde câiz olur, eğer bundan fazla yüksek olursa câiz olmaz.
Ufak bir taş üzerine secde edilemez. Fakat alnın çoğu, bu taş ile beraber yere değecek olursa câiz olur.
Rükû ve secde rükünlerinin yerine getirilmiş olması için, rükû ve secde denilebilecek kadar durulmalıdır. Üçer defa tesbih okunacak miktar durmak farz değildir, ancak vâciptir. Rükû ve secdede en az üçer defa tesbih okumak da sünnettir. Tek başına namaz kılan kimsenin rükûsunda, beş, yedi veya dokuz defa tesbih okuması evlâdır. Fakat imam olan kişi, üç defa söylemelidir. Çünkü cemaat içinde yaşlılar ve zayıflar vardır.
Rükûda tesbih; ″Subhâne Rabbiye’l-Azîm″ ifadesidir.Secdedeki tesbih de; ″Subhâne Rabbiye’l-A’lâ″ ifadesidir.
Her rek’atta iki secde yapılır. Bunlardan biri kasten terk edilse namaz bozulur. Eğer yanılarak terk edilse namazdan sonra hatıra gelse bile, dünyâ kelamı konuşmak gibi namaza aykırı bir iş yapılmamışsa hatırlandığı anda secdeye varılır ve ondan sonra son oturuş iade edilir ve sehiv secdesi yapılır. Meselâ: Namaz kılan bir kimse iki secdeden birini unutsa; unuttuğu secdeyi hatırına geldiği anda iâde eder ve namaza kaldığı yerden devam eder. Namazın sonunda da sehiv secdesi yapar. Eğer secdeden birinin unutularak kaldığı, selâmdan sonra hatırına gelse, namazı bozacak bir iş işlememiş ise hemen secdeyi iâde eder ve Tahiyyat’ı okuduktan sonra sehiv secdesi yapar. Şâyet böyle yapmazsa namazı fâsit olur (bozulur) ve o namazı yeniden kılması gerekir. Bu hususta geniş bilgi için ″Sehiv secdesi″ bölümüne bakınız.
6- Ka’de-i ahîre: Namazların sonunda teşehhüd miktarı oturmaktır. Buna ″Ka’de-i ahîre (son oturuş)″ denir. İki rek’atlı namazlarda olan tek oturuşa da, ″Ka’de-i ahîre″ denir. Sabah namazında olduğu gibi.Teşehhüd miktarı ise, Tahiyyat’ı (ettehiyyâtü duâsını) okuyacak kadar zamandır. Tahiyyat’ı okuyunca namaz tamam olur; imama uyan imamdan önce Tahiyyat’ı okusa bile. Zîrâ Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, Abdullah b. Amr b. As Radiyallâhu anhu’ya:
إذَا رَفَعْتَ رَأْسَكَ مِنْ السَّجْدَةِ الْأَخِيرَةِ وَقَعَدْتَ قَدْرَ التَّشَهُّدِ فَقَدْ تَمَّتْ صَلَاتُكَ.
″Başını son secdeden kaldırıp bir teşehhüd miktarı oturduktan sonra namazın bitmiş olur″[4] diye buyurmuştur.
Tahiyyat’tan sonra okunan; ″Allâhümme salli″ ile ″Allâhümme bârik″ ve ″Rabbenâ âtinâ″ ile ″Rabbenağfirlî″ duâları ise sünnettir.[5] İmam-ı Âzam ile İmam Ebû Yusuf’a göre; teşehhüd miktarı oturmak farzdır, Tahiyyat’ı okumak ise farz değildir, vâciptir.
İmam-ı Âzam’a göre; namaz kılanın, kendi ihtiyârı (isteği) ile namazdan çıkması da farzdır. Buna ″Huruç bisun’ihî″ denir ki, Tahiyyat’ı, salavât ve rabbenâ duâlarını okuduktan sonra selâm vererek kendi isteği ile namazdan çıkmaktır. Bu hususta İmam-ı Âzam, ″Namaz için iftitah tekbiri alınca (yemek, içmek, konuşmak gibi) mübah olan şeyler haram olur. Bu haramdan helale çıkmak lâzımdır. Bu bakımdan namazdan ancak kendi ihtiyârı ile çıkılır. Nasıl ki bir kimse, bir namaza başladığında, o namazdan çıkmadan, başka bir namaz kılması mümkün değildir. Farza ulaştıran her şey de farzdır″ diye buyurmuştur. Fakat İmâmeyn’e (İmam Ebû Yusuf ile İmam Muhammed’e) göre; namaz kılanın, kendi isteği ile namazdan çıkması farz değildir, vâciptir. Bu zâtlar, ″Bâzen namazdan günah ile de çıkılır. O günahın farziyetle vasıflanması câiz değildir″ diye buyurmuş-lardır. Bu sebeple İmâmeyn’e göre, teşehhüd miktarı oturmakla namaz, rükünleri itibariyle tamamlanmış olur. Selâm vermese veya kendi ihtiyârı ile namaza aykırı bir davranışta bulunmasa bile namazı tamam olmuş olur. Ancak vâcip terk edilmiş olur. Ayrıca Tahiyyat’ı okumak ve namazların sonunda selâm vermek de vâciptir.
Bu fetvalara göre; bir kimse namazın sonunda teşehhüd miktarı oturduktan sonra kendi isteği ile namaza aykırı bir harekette bulunsa, Meselâ: Konuşsa veya kalkıp gitse, namazı her üç imama göre, mekruh olmakla birlikte tamam olmuş olur. Fakat namaz kılan kimsenin kendi isteğine bağlı olmayarak bir abdestsizlik işi meydana gelse, bu halde İmâmeyn’e göre, yine namaz tamam olmuş olur. İmam-ı Âzam’a göre ise, namaz tamam olmuş olmaz, bu kimsenin hemen abdest alıp kendi isteği ile namazdan çıkması gerekir, böyle yapmazsa namazı bâtıl olur. Meselâ: Namaz kılan kimsenin son oturuşta ″Allâhümme salli″ duâsını okurken abdesti bozulsa, dünyâ kelâmı söylemek gibi namaza aykırı bir iş işlemeksizin mümkün olan yerden hemen abdest alıp tekrar salavât ve rabbenâ duâlarını okuyup selâm vererek kendi isteği ile namazdan çıkması gerekir. Böyle yapmadığı sûrette İmam-ı Âzam’a göre namazı fâsittir (bozulur). Diğer iki imama göre ise, Tahiyyat’ı okumak ile farz olan teşehhüd miktarı yerine geldiğinden, abdesti bozulan kişinin namazı tamam olmuş olur.
Sonuç itibariyle kendi isteği ile namazdan çıkmak İmam-ı Âzam’a göre farz, İmâmeyn’e göre vâciptir. Kasıtlı olarak vâcibi terk etmek tahrîmen mekruhtur. Bir vâcibin kasten terkedilmesi sebebiyle tahrîmen mekruh olan bir namaz, esas itibariyle sahih yani geçerli ise de yeniden kılınması vâcip görülmüştür. Bu sebeple son oturuşta ettehiyyâtü duâsını okuduktan sonra, kasıtlı olarak namaza aykırı olan hareketlerle namazdan çıkan kişi, en az vâcibi terk ederek tahrîmen mekruh işlediğinden dolayı, bu kişinin o namazı yeniden kılması vâcip olur. Kendi elinde olmayarak namazdan çıkmak zorunda kalan kimsenin de, İmam-ı Âzam’a göre hareket etmesi ihtiyâta uygun olandır. Hanefi Mezhebi’nde ibâdetlerde, ihtiyat gereği, genellikle İmam-ı Âzam’ın görüşü tercih edilmiştir. Çünkü o, Sahâbe-i Kirâm’ı görmüştür. Meselâ: Vitir namazı, İmam-ı Âzam’a göre vâcip, İmâmeyn’e göre sünnettir. Burada İmam-ı Âzam tek kaldığı halde, bu hususta Hanefi Mezhebi’nde İmam-ı Âzam’ın görüşü tercih edilmiştir.[6]
Namaz kılan kimsenin Tahiyyat’ı okurken abdesti bozulsa, bütün âlimlerin ittifakı üzere o kimse, dünyâ kelâmı konuşmak gibi namaza aykırı bir iş tutmaksızın abdest alıp teşehhüdü bıraktığı yerden başlayarak, salavât ve rabbenâ duâlarını okuyup selâm ile namazdan çıkar. Yoksa aksine hareket etmek, namazı tamam etmemek demektir. Şâyet her iki meselede de dünyâ kelâmı söylemek gibi bir şey ile meşgul olunursa, namazı baştan kılmak lâzımdır. Bu konu ″Namazda abdestin bozulması başlığı″ altında ayrıntılı bir şekilde anlatılacaktır.
Namazın bütün rükûnlarını uyanık olarak yerine getirmelidir. Son oturuşun tamamını uyku içinde geçiren kimse, uyandıktan sonra tekrar bir teşehhüd miktarı oturmazsa namazı bozulur. Çünkü uyku içinde yapılan bir iş, iradeye bağlı olmadığı için geçerli değildir. Namazda uyku içinde yapılan kıyam, kıraat ve rükû gibi fiiller de böyledir, geçerli değildir.
[1] En kısa âyet, Müddessir Sûresi’ndeki ″Sümme nazara″ diye geçen yirmi birinci âyettir. En kısa sûre de Kevser Sûresi’dir. (Ni’met’ül-İslâm, İkinci Kısım, s. 69). Yani okunan âyet veya âyetlerin, en az Kevser Sûresi’ne denk gelecek kadar olması gerekir. Bu da bir satırdır.
[2] Sahih-i Buhârî, Ezân 53; Sahih-i Müslim, Salât 114-116; Sünen-i Ebû Dâvud, Salât, 75.
[3] el-Hidâye Tercümesi, c. 1, s. 111-112.
[4] el-Hidâye Tercümesi, c. 1, s. 101.
[5] Bu duâlar ve mânâsı ileri de ayrıntılı bir şekilde anlatılacaktır.
[6] Bu hususta bakınız: İbn-i Âbidîn, Redd’ül-Muhtâr, c. 1, s. 88- 89.