CEHRİ ZİKRİ VE KADİRİ TARİKATINI İNKAR EDENLERE

Sosyal medyada ve bâzı kimseler tarafından da; ″Diğer tarikatlar kapanacak sadece nakşi tarikatı kalacak, cehrî zikir yok, hâfi zikir var, Mehdi, Nakşi tarikatından gelecek″ gibi âyete ve hadise aykırı sözler dolaşmaktadır.

Bu tarz ifadeler kesinlikle İslâm’ın birliğine, ruhuna aykırı tutum ve düşüncelerdir. Bu tarz ayrıştırıcı söz ve düşüncelerin tarikat ehli kimseler tarafından dillendirilmesi ise çok üzücüdür. Tarikatların gayesi, dinimizi âyete ve sünnete uygun şekilde yaşayıp tüm insanlara da bunu anlatmak ve yaymak olmalıdır. Dolayısıyla bu gaye ile hareket eden ne kadar çok tarikat olursa o kadar iyidir. Nitekim İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde 18. yüzyılın sonlarından tekkelerin kapatılmasına kadar uzanan dönemde (1784-1925) şehrin bütününde ve yakın çevresinde tekkelerin (dergahların) sayısının 250-300 arasında olduğu bildirilmektedir. İşte bu, bir Müslümanın sevinmesi, hattâ gurur duyması gereken bir durumdur. Bu bir hak davasıdır. Hiçbir geçerli delile dayanmadan, ″Sadece biz doğruyuz, diğerleri yanlış yoldalar″ demek mânâsına gelen ayrıştırıcı yorum ve sözler hatâlıdır ve Allah katında büyük bir vebâli vardır.

Bir Müslüman, dîni bir mesele hakkında hüküm vereceği zaman edille-i şer’iyye üzere hareket etmesi gerekir. Bu da âyet, hadis, icmâ ve kıyastır. Bir hususta açık Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerif varken, bunlara aykırı şekilde bir kimse kendi görüşüne göre yorum yaparak fikir beyan edemez. Kişi konuştuğu her sözden sorumludur. Bu hususta Allah’u Teâlâ Sûre-i Kâf, Âyet 18’de şöyle buyurmaktadır:

″İnsanın ağzından hiçbir söz çıkmaz ki, onun yanında yaptıklarını gözetleyen ve yazmaya hazır bir melek bulunmasın.″

Buhârî ve Müslim’in Sahih adlı eserlerinde Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te de Resûlullah Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

إِنَّ الْعَبْدَ لَيَتَكَلَّمُ بِالْكَلِمَةِ مِنْ رِضْوَانِ اللّٰهِ لَا يُلْقِي لَهَا بَالًا يَرْفَعُهُ اللّٰهُ بِهَا دَرَجَاتٍ وَإِنَّ الْعَبْدَ لَيَتَكَلَّمُ بِالْكَلِمَةِ مِنْ سَخَطِ اللّٰهِ لَا يُلْقِي لَهَا بَالًا يَهْوِي بِهَا فِي جَهَنَّمَ (خ م عن ايى هريرة)

″Şüphesiz ki kul, Allah’ın râzı olacağı bir sözü söyler, onun nasıl bir söz olduğunun farkında değildir. Fakat Allah’u Teâlâ, o sözle onun derecesini yükseltir. Yi­ne kul, Allah’ı gazaplandıracak bir söz söyler, onun da ne olduğunun farkında de­ğildir. Allah’u Teâlâ, o sözle de onu Cehenneme sürükler.″[1]

Yukarıdaki sözleri söyleyenler, Hz. Ebû Bekir Efendimize nispet edilen bir hâdise üzerinden yanlış yorumlayarak güya Nakşi tarikatnı öveceğim diye Kadiri tarikatını yok sayma gayreti içine girmişlerdir. Hz. Ebû Bekir Efendimiz hakkında nekledilen bu Hadis-i Şerif şöyledir:

خَرَجَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فِي مَرَضِهِ الَّذِي مَاتَ فِيهِ عَاصِبًا رَأْسَهُ فِي خِرْقَةٍ فَقَعَدَ عَلَى الْمِنْبَرِ، فَحَمِدَ اللَّهِ وَأَثْنَى عَلَيْهِ ثُمَّ قَالَ إِنَّهُ لَيْسَ أَحَدٌ أَمَنَّ عَلَيَّ فِي نَفْسِهِ وَمَالِهِ مِنْ أَبِي بَكْرِ بْنِ أَبِي قُحَافَةَ، وَلَوْ كُنْتُ مُتَّخِذًا مِنَ النَّاسِ خَلِيلًا لاتَّخَذْتُ أَبَا بَكْرٍ خَلِيلًا وَلَكِنْ خُلَّةُ الْإِسْلَامِ أَفْضَلُ ‌سُدُّوا عَنِّي كُلَّ خَوْخَةٍ فِي هَذَا الْمَسْجِدِ غَيْرَ خَوْخَةِ أَبِي بَكْر (خ عن ابن عباس)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem vefatı ile neticelenen hastalığı sırasında başını bir bez ile bağlamış olduğu halde mescide çıktı ve minber üzerine oturdu, Allah’a hamd ve sena etti ve sonra şöyle buyurdu: ″İnsanlar içinde nefsi ve malı îtibâriyle benim üzerimde Ebû Bekir b. Ebî Kuhâfe’den ziyâde iyilik ve ihsânı olan hiç kimse yoktur. İnsanlardan bir dost edinecek olaydım, muhakkak Ebû Bekir’i kendime dost edinirdim. Lâkin İslâm yüzünden olan hullet(derin dostluk)daha faziletlidir. Ebû Bekir’in küçük penceresi hâriç mescide açılan küçük pencerelerin hepsini benim tarafımdan kapatın.″[2]

Bunlar, bu Hadis-i Şerif’in metninde geçen ″(خَوْخَة) havhatü″ kelimesine bilerek veya bilmeyerek kapı diye yanlış bir mânâ vermiştir. Hz. Ali Efendimiz ile ilgili olan Hadis-i Şerif’lerde ″Ali’nin kapısı hariç mescide açılan bütün kapıları kapatın″ hadisiyle çelişki oluşturacak şekilde bir mânâ verilmiştir. Yakın tarihlerde yazılmış olan Arapça sözlüklerde; bu havhatü kelimesine ″Küçük kapı, dam penceresi gibi mânâlar verildiği görülmektedir. Ancak bu kelime, bin yıl önce yazılmış olup en muteber sözlüklerden biri olan Ebû Nasr İsmâîl b. Hammâd el-Cevherî‘nin (ö. 400/1009) ″Tâcü’l-Luga es-Sıhah″ adlı eserinde:

خوخ: الخَوْخَةُ: واحدة الخَوْخِ، وَالْخَوْخَةُ أَيْضًا: كَوَّةٌ فِى الجدار تؤدى الضوءَ. والالخُوَيْخِيَةُ: الداهية

el-Havhatü: ″Işığın içeri girmesini sağlayan küçük penceredir″[3] diye mânâ verilmiştir. Bu eser, Vankulu Mehmed Efendi tarafından Osmanlıcaya çevrilmiş olup, ″Vankulu sözlüğü″ diye meşhurdur. Bu eserde de el-Havhatü kelimesi: ″Şol duvarda olan deliğe derler ki aydınlık girmek için ederler″ diye tercüme edilmiştir.″ Dolayısıyla burada geçen ifade onların dediği gibi kapı değil küçük penceredir. Bu Hadis-i Şerif’ten yola çıkarak, ″Mescide açılan kapılardan sadece Hz. Ebû Bekir’in kapısının açık kaldı″ diyerek yanlış mânâ verip bunu da yorumlayarak Nakşi tarikatının dışındaki tarikatların yanlışa, delâlete düştüğünü söyleyip, sadece Nakşi tarikatının geçerli olduğunu iddia etmektedirler. Ashabdan birini öveceğim derken, diğerini yermek hiç kimsenin haddine değildir. Hele ki bu kişilerden biri Hz. Ebû Bekir Efendimiz, diğeri Hz. Ali Efendimiz ise durum çok daha vahimdir. Üstelik Hz. Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan kapıların kapatılması hâdisesi ise daha önce gerçekleşmiş bir hâdise olup bu hususta nakledilen çok sayıda Hadis-i Şerif vardır. Bu Hadis-i Şerifler ise şöyledir:

İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned, Nesâî’nin Sünen’ül-Kübrâ, Hâkim’in Müstedrek, Tahavî’nin Müşkül’ül-Âsar adlı eserlerinde Zeyd b. Erkam Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

كَانَ لِنَفَرٍ مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَبْوَابٌ شَارِعَةٌ فِي الْمَسْجِدِ. قَالَ: فَقَالَ يَوْمًا: سُدُّوا هَذِهِ الْأَبْوَابَ، ‌إِلَّا ‌بَابَ ‌عَلِيٍّ قَالَ: فَتَكَلَّمَ فِي ذَلِكَ النَّاسُ قَالَ: فَقَامَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ، فَحَمِدَ اللَّهَ تَعَالَى، وَأَثْنَى عَلَيْهِ، ثُمَّ قَالَ: أَمَّا بَعْدُ، فَإِنِّي أَمَرْتُ بِسَدِّ هَذِهِ الْأَبْوَابِ، ‌إِلَّا ‌بَابَ ‌عَلِيٍّ وَقَالَ فِيهِ قَائِلُكُمْ، وَإِنِّي وَاللَّهِ مَا سَدَدْتُ شَيْئًا وَلَا فَتَحْتُهُ، وَلَكِنِّي أُمِرْتُ بِشَيْءٍ فَاتَّبَعْتُهُ (حم السنن الكبرى ك طحاوى عن زيد بن أرقم)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Ashabından bâzı kimselerin mescide açılan kapıları vardı. Bir gün Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan bütün kapıları kapatın buyurdu. İnsanlar bu konuda ileri geri konuşmaya başladı. Bunun üzerine Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem hutbe okumak için ayağa kalktı. Allah’u Teâlâ’ya hamdu senâ da bulunduktan sonra şöyle buyurdu: Ben Ali’nin kapısı dışında bütün bu kapıların kapatılmasını emrettim. Sizden birileri de ileri geri konuştu. Allah’a yemin ederim ki, bu kapıları ne ben kendiliğimden kapattım ne de Ali’nin kapısını kendiliğimden açtım. Bana sadece diğer kapıların kapatılması emredildi. Ben de bu emre uydum.[4]

İmam Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserinde Abdullah İbn’ur-Rakîm Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

خَرَجْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ زَمَنَ الْجَمَلِ فَلَقِيَنَا سَعْدُ بْنُ مَالِكٍ بِهَا فَقَالَ أَمَرَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بِسَدِّ الْأَبْوَابِ الشَّارِعَةِ فِي الْمَسْجِدِ وَتَرْكِ بَابِ عَلِيٍّ (حم عن عبد اللَّه بن الرقيم الكناني)

Cemel savaşında Medine’ye doğru yola çıktık. Yolda Sa’d İbn-i Mâlik ile karşılaştık. O şöyle dedi: ″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Ali’nin kapısını ise açık bıraktı.″[5]

İmam Tirmizî’nin Sünen, Taberânî’nin Mu’cem’ul-Kebir, Tahavî’nin Müşkül’ül-Âsar adlı eserlerinde İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan, Nesâî’nin Sünen’ül-Kübra adlı eserinde de Ebû Süleyman Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَمَرَ بِسَدِّ الْأَبْوَابِ إِلَّا بَابَ عَلِيٍّ (ت طب طحاوى عن ابن عباس السنن الكبرى عن أبى سليمان)

″Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti.″[6]

Taberânî’nin Mu’cem’ul-Evsat, adlı eserinde Musab b. Sa’d, babasından şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ أَمَرَ بِسَدِّ الْأَبْوَابِ إِلَّا بَابَ عَلِيٍّ قَالُوا: يَا رَسُولَ اللَّهِ، سَدَدْتَ الْأَبْوَابَ كُلَّهَا إِلَّا بَابَ عَلِيٍّ قَالَ: مَا أَنَا سَدَدْتُ أَبْوَابَكُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ سَدَّهَا (طس عن مصعب بن سعد عن أبيه)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretti. Sahabe; ″Yâ Resûlallah, Ali’nin kapısı hâriç bütün kapıları kapattın″ deyince, şöyle buyurdu: ″Kapıları ben kendiliğimden kapatmadım. Onları Allah’u Teâlâ kapattı.″[7]

Tahavî’nin Müşkül’ül-Âsar adlı eserlerinde Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

أنَّ العبَّاسَ أتَى النَّبِيَّ صلَّى اللهُ عليه وسلَّمَ فَقَالَ: سَدَدْتَ أبْوابَنا إلَّا بابَ عليٍّ، فَقَالَ: مَا أنَا فَتَحْتُهَا، وَمَا أنَا سَدَدْتُها (طحارى مشكل الآثار عن سعد)

Abbas Radiyallâhu anhu Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldi ve dedi ki: ″Ali’nin kapısı hâriç bizim kapılarımızı kapattın.″ Ona şöyle buyurdu: ″Açan da kapatan da ben değilim (Allah emretti)[8]

Yine Hz. Ali Efendimizin bir üstün yönüyle ilgili Tirmizî’nin Sünen’inde Sa’d Radiyallâhu anhu’dan şu Hadis-i Şerif nakledilmiştir:

قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لِعَلِيٍّ يَا عَلِيُّ لَا يَحِلُّ لِأَحَدٍ أَنْ يُجْنِبَ فِي هَذَا الْمَسْجِدِ غَيْرِي وَغَيْرِكَ (ت عن أبى سعد)

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ali’ye:″Yâ Ali! Bu mescidde senden ve benden başkasının cünüp olarak bulunması câiz değildir″buyurdu.[9]

Şâfii âlimlerinden olan İbn-i Hacer, Buhârî şerhi olan Feth’ul-Bâri adlı eserinde, yukarıda geçen Hz. Ebû Bekir Efendimiz ile ilgili olan hadisin de Hz. Ali Efendimiz ile ilgili olan hadislerin de sahih olup râvilerinin sağlam[10] olduğunu söyleyerek şöyle izah etmiştir:

Bu hadisler birlikte düşünüldüğünde, kapatılma emrinin iki defa gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Birinci de; Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Ali Efendimizin ki hâriç mescide açılan bütün kapıların kapatılmasını emretmiştir. İkinci de ise; Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem Hz. Ebû Bekir Efendimizin ki hâriç mescide açılan küçük pencerelerin kapatılmasını emretmiştir. Hz. Ali Efendimizle ilgili olan hadis metnindeki kapı ifadesi ″(باب) bâb″ diye geçmekte; bu da ″Kapı″ anlamına gelmektedir. Hz. Ebû Bekir Efendimiz ile ilgili olan hadis metnindeki ifade ise, ″(خَوْخَة) havhatü″ diye geçmekte; bu ifade yukarıda geçtiği üzere muteber sözlüklerden bakıldığı zaman, ″Küçük pencere″ anlamına gelmektedir. Birinci de Ashaba Hz. Ali’nin kapısı hâriç mescide açılan kapıların kapatılması emredilmiş, onlar da kapatmış ve kapattıkları yerler ise ″havhalara (küçük pencerelere)″ dönüştürülmüş, sonra bu küçük pencerelerin de Hz. Ebû Bekir’in ki hâriç diğerlerinin kapatılması emredilmiştir. Böyle olunca Hz. Ali Efendimizin kapısı zaten hiç kapatılmamıştır. İşte bu hadislerin mânâsı doğru olarak anlaşıldığında hadisler hiçbir şekilde birbiriyle çelişmemektedir. Hanefi âlimlerinden olan Ebû Cafer et-Tahavî de ″Müşkil’ül-Âsar″ adlı eserinde bu şekilde hadisleri birleştirmiştir.[11] İşte böylece Ehl-i Sünnet âlimleri bu hadislerin sahih olduğu hususunda fikir birliğine varmışlardır.

Hz. Ebû Bekir Efendimiz de, Hz. Ali Efendimiz de bizim başımızın tacıdır. Yeterki bu yol üzere olan tarikatlar hakikat üzere olsun. O hakikat üzere olanların birbirlerine muhabbeti ve sevgisi olması gerekir. Meselâ: Abdulkâdir Geylânî Hazretleri Hanefi mezhebinde iken Hanbeli mezhebinin zayıflayıp yok olma derecesine geldiğini görünce, hak olan bu mezhep yok olmasın, kıyamete kadar devam etsin düşüncesiyle kendisi Hanbeli mezhebine geçmiş ve yanında bulunan ihvanları da Hanbeli mezhebine geçerek Hanbeli mezhebini tekrar canlandırmışlardır. O mübârek zât, ″Sizin mezhebiniz yok oldu, bâtıl oldu, bizim mezhebimize geçin″ dememiştir. Bir Müslümanın da bu gibi büyük zâtların yaptıklarını örnek alması gerekir. Kendi tarikatını öveceğim diye başka tarikatların aleyhinde konuşarak onları karalamak, itibarsızlaştırmaya çalışmak bir Müslümana yakışmaz. Hak olan tarikatların çoğalması, bir Müslüman için iftihar edilmesi gereken bir durumdur.

Tarikat-ı Âliye, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in bazı Ashablarına gösterdiği yoldur. Hakk Teâlâ’nın yoludur. İki usuldür: Biri gizlidir. Biri âşikardır. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, gizli olanı Ebû Bekir Sıdık Radiyallâhu anhu Efendimize şöyle vermiştir, demiştir ki: ″Yâ Ebû Bekir! dilini tut kalbini kalbime rabt et (bağla Kalbinden Allah Allah Allah demeye devam et ki, esrar-ı ilahileri, nur’u ilahi, ism-i azamı sana Allah’u Teâlâ ta’lim ile bildirsin.″ Hazreti Sıddik-i Azam Efendimiz cezbeyi aldı. Mübarek o kadar devam ederdi ki lafza-i celalin ateşinden mübarek ciğerinin piştiği, kokusu âşikar olurdu. Bazen Allah Allah Allah derken ayakta dönerdi. Mübarek ayakları yerden kesilirdi. Cezbe-i ilahiyyeden hem zahiren hem de batınan yanmıştı.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, İmam Ali Kerremallâhu veche’ye de cehrî (âşikar) zikri şöyle telkin etmiştir:

غَمِّضْ عَيْنَيْكَ وَاسْمَعْ مِنِّي ثَلاَثَ مَرَّاتٍ ثُمَّ قُلْ اَنْتَ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ وَاَنَا اَسْمَعُ فَقَالَ النَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ لَا اِلَهَ اِلَّا اللّٰهُ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ مُغَمِّضًا عَيْنَيْهِ رَافِعًا صَوْتَهُ عَلِيٌّ يَسْمَعُ ثُمَّ قَالَ عَلِيُّ لَا اِلَهَ اِلَا اللّٰهُ ثَلاَثَ مَرَّاتٍ مُغَمِّضًا عَيْنَيْهِ رَافِعًا صَوْتَهُ وَالنَّبِىُّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ يَسْمَعُ.

″Yâ Ali! Gözlerini kapa. Ben üç defa ″Lâ ilâhe illallâh″ derim, sen beni dinle. Sonra sen üç kere söyle, ben dinleyeyim″ dedi. Sonra Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem, gözlerini kapayıp mübârek sesini yükselterek üç kere ″Lâ ilâhe illallâh″ dedi, Hz. Ali de dinledi. Sonra Hz. Ali gözlerini kapayıp sesini yükselterek üç kere ″Lâ ilâhe illallâh″ dedi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem de dinledi.″[12]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in Hz. Ali Efendimize öğretmiş olduğu bu zikir şekli ve usûlü, Hz. Ali Efendimizle başlayan ve elden ele inâbe yoluyla devam eden tarikat yoludur ve cehrîdir. Bu sebeple Kâdiri Târikatı’nın başlangıcı Hz. Ali Efendimizdir. Aynı şekilde Hz. Ali Efendimize öğrettiği gibi, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem, Hz. Ebû Bekir Efendimize de hâfi (gizli) zikir şeklini ve usulünü öğretmiştir. Bu da Hz. Ebû Bekir Efendimizle başlayan ve elden ele inâbe yoluyla devam eden tarikat yoludur ve hâfidir. Bu sebeple Nakşi Tarikatı’nın başlangıcı da Hz. Ebû Bekir Efendimizdir. Böyle olunca cehri zikirde, hafî zikirde haktır ve ikisi hakkında da âyet ve hadisler vardır. Bunlardan birini inkar, aslında hepsini inkar etmek demektir. Çünkü hepsinin kaynağı birdir. Bu iki yol da haktır ve kıyâmete kadar da devam edecektir. Mühim olan o yolda giden şeyhin kâmil olup, doğru olmasıdır.

Yine bunlar bâtıl sözleriyle cehrî zikri inkar etmektedirler. Gizli zikir de âşikar zikir de haktır. Bunlar ile ilgili Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şerifler şöyledir:

Hâfi (gizli) zikir ile ilgili Sûre-i A’raf, Âyet 205’te Allah’u Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

″Ve Rabbini, sabah akşam yalvararak ve korkarak ve yüksek olmayan bir sesle içinden zikret, gâfillerden olma!″

Buhârî’nin Sahih’inde Ebû Hüreyre Radiyallâhu anhu’dan nakledilen bir Hadis-i Kudsî’de, Allah’u Teâlâ şöyle buyurmuştur:

أَنَا عِنْدَ ظَنِّ عَبْدِي بِي وَأَنَا مَعَهُ إِذَا ذَكَرَنِي فَإِنْ ذَكَرَنِي فِي نَفْسِهِ ذَكَرْتُهُ فِي نَفْسِي وَإِنْ ذَكَرَنِي فِي مَلَإٍ ذَكَرْتُهُ فِي مَلَإٍ خَيْرٍ مِنْهُمْ وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ بِشِبْرٍ تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ ذِرَاعًا وَإِنْ تَقَرَّبَ إِلَيَّ ذِرَاعًا تَقَرَّبْتُ إِلَيْهِ بَاعًا وَإِنْ أَتَانِي يَمْشِي أَتَيْتُهُ هَرْوَلَةً (خ عن ابى هريرة)

″Ben, kulumun zannındayım. Kulum Beni zikrederken Ben muhakkak onunla beraber bulunurum. Eğer o Beni kendi nefsinde gizli olarak zikrederse, Ben de onu öyle zikrederim. Eğer o Beni bir cemaat içinde âşikâr olarak zikrederse, Ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde zikrederim. Kulum Bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum Bana bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. O Bana yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım.″[13]

İmam Taberî’nin Câmi’ul-Beyan adlı eserinde nakledildiğine göre, İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ da şöyle buyurmuştur:

لَا يَفْرِضُ اللّٰهُ عَلَى عِبَادِهِ فَرِيضَةً إِلَّا جَعَلَ لَهَا حَدًّا مَعْلُومًا ثُمَّ عَذَرَ أَهْلَهَا فِي حَالِ عُذْرٍ غَيْرَ الذِّكْرِ فَإِنَّ اللّٰهَ لَمْ يَجْعَلْ لَهُ حَدًّا يَنْتَهِي إِلَيْهِ، وَلَمْ يَعْذُرْ أَحَدًا فِي تَرْكِهِ إِلَّا مَغْلُوبًا عَلَى عَقْلِهِ فَقَالَ (فَاذْكُرُوا اللّٰهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ) بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَفِي السَّفَرِ وَالْحَضَرِ وَالْغِنَى وَالْفَقْرِ وَالسُّقْمِ وَالصِّحَّةِ وَالسِّرِّ وَالْعَلَانِيَةِ ، وَعَلَى كُلِّ حَالٍ وَقَالَ: (وَسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلا) فَإِذَا فَعَلْتُمْ ذَلِكَ صَلَّى عَلَيْكُمْ هُوَ وَمَلَائِكَته قَالَ اللّٰه عَزَّ وَجَلَّ: (هُوَ الَّذِي يُصَلِّي عَلَيْكُمْ وَمَلَائِكَتُهُ). (ابن جرير الطبرى، جامع البيان عن ابن عباس(

″Allah’u Teâlâ kullarına farz kıldığı her ibâde­te belli bir sınır koymuştur. Kulların özürlerine göre de onları bu ibâdetlerden muaf kılmıştır. Ancak zikrullahı bunların dışında tutmuştur. Zîrâ zikrullaha bir sınır koymamış ve zikrullah hususunda delilerden baş­ka hiçbir kimsenin özrünü kabul etmemiştir. Allah’u Teâlâ kulların; ayakta iken, otururken, yatarken,[14] gece ve gündüz, karada ve denizde, yolcu iken, mukim iken kendisini zikretmelerini istemiş; zengin olanın, fakir olanın, hasta olanın, sağlıklı olanın da, hâfî (gizli) veya cehrî (açıktan) zikrullah etmesini emretmiştir…″[15]

Cehrî (âşikar) zikir hakkında da Allah’u Teâlâ Sûre-i Bakara, Âyet 200’de şöyle buyurmaktadır:

″Sonra hacca ait ibâdetlerinizi bitirdiğiniz zaman, babalarınızı zikrettiğiniz gibi Allah’u Teâlâ’yı zikredin, hattâ daha şiddetli zikredin…″

Buhârî ve Müslim Sahih adlı eserlerinde İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te şöyle buyrulmuştur:

أَنَّ ابْنَ عَبَّاسٍ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَخْبَرَهُ أَنَّ رَفْعَ الصَّوْتِ بِالذِّكْرِ حِينَ يَنْصَرِفُ النَّاسُ مِنْ الْمَكْتُوبَةِ كَانَ عَلَى عَهْدِ النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَقَالَ ابْنُ عَبَّاسٍ كُنْتُ أَعْلَمُ إِذَا انْصَرَفُوا بِذَلِكَ إِذَا سَمِعْتُهُ. (خ م عن ابن عباس)

İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ haber verdi ki: ″Halkın farz namazdan çıkınca yüksek sesle zikretmesi, Peygamberimiz Sallallâhu aleyhi ve sellem’in zamanında var idi. İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ buyurdu ki: ″Ben bu sesi işitir işitmez, zikir seslerinin yükselmesi ile namazdan çıktıklarını anlardım.″[16]

Ebû Dâvud’un Sünen, Beyhakî’nin Şuab’ul-Îman, Hâkim’in, Müstedrek adlı eserlerinde Câbir Radiyallâhu anhu da şu Hadis-i Şerif’i nakletmiştir:

أَنَّ رَجُلًا كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ فَقَالَ رَجُلٌ لَوْ أَنَّ هَذَا خَفَضَ مِنْ صَوْتِهِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ: فَإِنَّهُ أَوَّاهٌ قَالَ: فَمَاتَ فَرَأَى رَجُلٌ نَارًا فِي قَبْرِهِ فَأَتَاهُ فَإِذَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَسَلَّمَ فِيهِ وَهُوَ يَقُولُ: هَلُمُّوا إِلَى صَاحِبِكُمْ. فَإِذَا هُوَ الرَّجُلُ الَّذِي كَانَ يَرْفَعُ صَوْتَهُ بِالذِّكْرِ (د هب ك عن جابر)

Bir adam sesini yükselterek Allah’ı zikrederdi. Bunun üzerine adamın biri: ″Bu adam sesini alçaltsa ya!″ deyince, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu ki: ″O evvâhtır (zikrullahı çok yapan biridir).″ Ravî dedi ki: Bu adam öldü. Baktık ki, kabrinde bir nûr var. Gittik ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem orada ve ″Arkadaşınızı bana verin (de onu kabre koyayım) diyordu. İşte (kabre konulan) o adam, sesini yükselterek Allah’ı zikretmesiyle tanınan o zattı.[17]

Yine Taberânî’nin, Mu’cem’ul-Kebir, Beyhakî’nin, Şuab’ul-Îman adlı eserlerinde İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledildiğine göre, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اُذْكُرُوا اللّٰهَ ذِكْرًا كَثِيرًا حَتَّى يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ لَكُمْ تُرَائُونَ (طب هب عن ابن عباس)

Allah’u Teâlâ’yı çok zikredin; hattâ o derece olsun ki münâfıklar, ″Siz gösteriş yapıyorsunuz″ desinler.[18]

İbn-i Âsâkir’de ve Hilye adlı eserde nakledildiğine göre, Hz. Ali Kerremallâhu veche de Ashâb-ı Kirâm’ı vasıflandırırken şöyle buyurmuştur:

كَانُوا إِذَا ذَكَرُوا اللّٰهَ مَادُوا كَمَا تَمِيدُ الشَّجَرَةُ فِي الْيَوْمِ الشَّدِيدِ الرِّيحِ وَجَرَتْ دُمُوعُهُمْ عَلَى ثِيَابِهِمْ (العسكري في المواعظ كر حل عن على(

″Ashab, Allah’u Teâlâ’yı zikrederken, rüzgârın şiddetli olduğu bir günde sallanan ağaç gibi sallanırlardı. Gözlerinin yaşları da elbiselerinin üzerine akardı.″[19]

Bunlar yine; ″Mehdi, Nakşi tarikatından gelecek″ diye söylerler. Halbuki Mehdi hakkındaki hadislerde, ancak onun ne zaman ve nerden geleceğine dair alâmetler bildirilmiştir. Şu tarikatten, şu cemaatten gibi bir ayrıntı bilgi verilmemiştir. Bu Hadis-i Şerifler de şöyledir:

İbn-i Mâce, Sünen’inde, Ahmed b. Hanbel’in Müsned adlı eserlerinde Hz. Ali Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْمَهْدِيُّ مِنَّا أَهْلَ الْبَيْتِ يُصْلِحُهُ اللّٰهُ فِي لَيْلَةٍ (ه حم عن على)

″Mehdi bizden, Ehl-i Beytten olacak. Allah onu bir gecede ıslah edecek (feyiz ve hikmet­lerle donatacak).″[20]

Ebû Dâvud’un Sünen adlı eserinde Ümmü Seleme Radiyallâhu anhâ’dan nakledildiğine göre Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

الْمَهْدِيُّ مِنْ عِتْرَتِي مِنْ وَلَدِ فَاطِمَةَ (د ه ك طب عن أم سلمة)

″Mehdi, benim ehl-i beytimden ve Fâtıma evladındandır.″[21]

Naim b. Hammad’ın Ebû Said ve Câbir Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

سَتَكُونُ بَعْدِي فِتَنٌ مِنْهَا فِتْنَةُ الْاِخْلَاسِ يَكُونُ حَرْبٌ وَهَرَبٌ ثُمَّ بَعْدَهَا فِتَنٌ أَشَدُّ مِنْهَا ثُمَّ تَكُونُ فِتْنَةٌ كُلَّمَا قِيلَ انْقَطَعَتْ، تَمَادَّتْ حَتَّى لَا يَبْقَى بَيْتٌ إِلَّا دَخَلَتْهُ وَلَا مُسْلِمٌ إِلَّا نَلَتْهُ حَتَّى يَخْرُجُ رَجُلٌ مِنْ عِتْرَتِي (نعيم بن حماد عن أبي سعيد عن جابر)

″Benden sonra fitneler olur. Birisi de Ahlas fitnesidir. O fitne zamanında harp ve kaçış olur. Sonra daha şiddetli bir fitne olur. Ha bitti denir, daha da devam eder. O derece ki, fitnenin kendisine dokunmadığı ev ve Müslüman kalmaz. Bu hâl, Ehl-i Beytimden bir Müslüman (Mehdi) çıkıncaya kadar devam eder.″[22]

Ahmed b. Hanbel’in Müsned, Hâkim’in Müstedrek adlı eserlerinde Mesur Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

فَاطِمَةُ مُضْغَةٌ مِنِّي يَقْبِضُنِي مَا قَبَضَهَا وَيَبْسُطُنِي مَا بَسَطَهَا وَإِنَّ الْأَنْسَابَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تَنْقَطِعُ غَيْرَ نَسَبِي وَسَبَبِي وَصِهْرِي (حم ك عن المسور)

″Fâtıma benden bir parçadır. Onu üzen beni de üzer, onu sevindiren beni de sevindirir. Benim nesebim, sebebim ve sıhrim (evlenme yoluyla olan akrabalığım) dışında kıyâmette şüphesiz nesepler kesilecektir.″[23]

Hilye, Darekutnî’nin Sünen, Hâkim’in Müstedrek, Taberânî’nin Mu’cem’ul-Kebir ve daha başka Hadis kitaplarında İbn-i Abbas Radiyallâhu anhumâ’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

كُلُّ سَبَبٍ وَ نَسَبٍ يَنْقَطِعُ اِلَّا سَبَبِى وَ نَسَبِى يَوْمَ الْقِيَامَةِ (حل قط ك ق ض طب عن ابن عباس)

″Her sebep ve nesep kesilir. Ancak benim sebebim ve nesebim, kıyâmette kesilmez.″[24]

Resûlullah Sallalâhu aleyhi ve sellem bu Hadis-i Şeriflerinde Mehdi’nin kendi Ehl-i Beytinden geleceğini söylemektedir. Kendisinin nesebi de Fatıma annemiz ile Hz. Ali Efendimizden olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin Efendilerimizdendir. On iki imam da bu nesilden gelmektedir. Başı Hz. Ali Efendimizdir (1). Ondan sonra gelenler ise Hz. Hasan (2), Hz. Hüseyin (3), Zeynelabidin (4), Muhammed Bâkır (5), Câfer-i Sâdık (6) Mûsâ Kâzım (7), Ali Mûsâ Rızâ (8), Muhammed Tâkî (9), Aliyyi’n-Nâki (10), Hasan’ül-Askerî (11), Muhammed Mehdi (12)’dir. Bu on iki imamı, Seyyid Nizamoğlu Hazretleri kasidelerinde överek methetmiştir. Bu isimler de oradan alınmıştır. İnsanların fesada gittiği zamanda gelecek olan Mehdi de Hadis-i Şerif’te belirtildiği üzere Resulullah Efendimizin Ehl-i Beytindendir. Dolayısıyla Hz. Fâtıma ile Hz. Ali Efendimizin neslindendir. Birilerinin dediği gibi eğer Mehdi bir tarikattan gelecekse, bu olsa olsa Kadiri tarikatıdır. Çünkü gelmiş olan on bir imam da Kadiri tarikatı üzere gelmiştir. Gelecek olan son imam da yine aynı yoldan gelecektir. Çünkü on iki imamın başı olan Hz. Ali Efendimiz Kadiri tarıkatının da başıdır.

Ehl-i Sünnet görüşüne göre; dört halifenin efdaliyet sıralaması halifelik sırasına göredir. Nakşi tarikatından olan bir kimse, bu bilgiden yola çıkarak Hilmi Baba Hazretlerinin yanına geliyor. Ona: ″Bir şehrin en yetkili devlet memuru vâlidir. Bu vâli, şehirden ayrıldığı zaman yerine geçecek olan kişinin de o şehirdeki en yetkili kişi olması gerekir. Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in yerine halife olarak Hz. Ebû Bekir geçtiği için diğerlerinin hepsinden üstündür. O varken diğerleri hüküm veremez. Dolayısıyla Nakşi tarikatı Hz. Ebû Bekir Efendimizden gelmekte, Kadiri tarikatı da Hz. Ali Efendimizden gelmektedir. Hz. Ebû Bekir Efendimiz birinci halife, Hz. Ali Efendimiz ise dördüncü halifedir. Hz. Ali de dört halifenin sonuncusu olduğundan onun derecesi Hz. Ebû Bekir’den daha düşüktür. Bu sebeple Hz. Ebû Bekir’in tarikatı da Kadiri tarikatından daha üstün olması gerekir. Bir bölgede Nakşi tarikatı varken Kadiri tarikatı o beldede ders veremez″ diye söylüyor. Hilmi Baba Hazretleri de ona: ″Senin bu sözlerin üzerinden bir değerlendirme yapacak olursak, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem de bütün Peygamberlerden sonra gelmiştir. Fakat derece olarak hepsinden üstündür. Hz. Ali Efendimiz de dört halifenin sonuncusu olduğundan demek ki sonra gelenler daha üstün oluyormuş. Kadiri tarikatı da o zaman derece olarak Nakşi tarikatından daha büyüktür. Onun olduğu yerde Nakşi tarikatı ders veremez, anlamı çıkar. Fakat bu şekilde bir çıkarımda bulunmak hatâlıdır. Bu zâtların Allah’u Teâlâ ve Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem yanında ayrı ayrı üstün yönleri vardır. Senin söylediğin gibi sözler söylemek yanlıştır. İkisinin de tarikatı haktır. İkisi de kendi yolunda çalışır ve ders verebilir. Tarikatın birini diğerinden üstün görerek ayırmak hatâ olur″ diye cevap verir. Ve bu söz karşısında o kişi cevap veremez ve söylemiş olduğu sözün hatâlı olduğunu anlar.

Dört halife hakkında, her birisinin üstün yönlerine dair çok sayıda Hadis-i Şerif nakledilmiştir. Bunlardan bâzıları şöyledir:

Taberânî’nin Mu’cem’ul-Kebir adlı eserinde Seleme b. Ekva’ Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

اَبُو بَكْرٍ خَيْرُ النَّاسِ اِلَّا اَنْ يَكُونَ نَبِىٌّ (طب عد عن سلمة بن الاكوع)

″Nebî müstesnâ olduğu halde Ebû Bekir herkesten efdaldir.″[25]

Tirmizî’nin Sünen, Ahmed b. Hanbel’in Müsned, Hâkim’in Müstedrek adlı eserlerinde Ukbe b. Âmir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَوْ كَانَ بَعْدِي نَبِيٌّ لَكَانَ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ (ت حم ك عن عقبة بن عامر)

″Benden sonra Peygamber gelse, Ömer gelirdi.″[26]

Tirmizî’nin Sünen adlı eserinde Talha b. Ubeydullah Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لِكُلِّ نَبِيٍّ رَفِيقٌ وَرَفِيقِي يَعْنِي فِي الْجَنَّةِ عُثْمَانُ (ت عن طلحة بن عبيد اللّٰه)

″Her Peygamberin bir arkadaşı vardır. Benim, Cennetteki arkadaşım da Osman’dır.″[27]

Tirmizî’nin Sünen, Taberâni’nin Mu’cem’ul-Kebir adlı eserlerinde Hz. Ali ve İbn-i Abbas Radiyallâhu anhum’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَنَا مَدِينَةُ الْعِلْمِ وَعَلِيٌّ بَابُهَا فَمَنْ أَرَادَ الْمَدِينَةَ فَلْيَأْتِ الْبَابَ (ت طب عن على عن ابن عباس)

″Ben ilmin şehriyim, Ali onun kapısıdır. İlim isteyen, o kapıya müracâat etsin.[28]

İbn-i Hibban’ın Sünen, Taberâni’nin Mu’cem’ul-Kebir adlı eserlerinde Câbir Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

أَبُو بَكْرٍ الصِّدِّيقُ وَزِيرِي وَخَلِيفَتِي عَلَى أُمَّتِي مِنْ بَعْدِي وَعُمَرُ يَنْطِقُ مِنْ لِسَانِي وَعَلِيُّ ابْنُ عَمِّي وَأَخِي وَحَامِلُ رَايَتِي وَعُثْمَانُ مِنِّي وَأَنَا مِنْ عُثْمَانَ. (حب طب عد والخليلي عن جابر)

″Ebû Bekir es-Sıddîk, benden sonra ümmetime benim vezirim ve halifemdir. Ömer, benim dilimle konuşur. Ali ise, amcazâdemdir, kardeşimdir ve sancağımın hâmilidir. Osman’a gelince, o bendendir, ben de ondan.″[29]

Tirmizî’nin Sünen adlı eserinde Hz. Ali Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

رَحِمَ اللّٰهُ أَبَا بَكْرٍ زَوَّجَنِيَ ابْنَتَهُ وَحَمَلَنِي إِلَى دَارِ الْهِجْرَةِ وَأَعْتَقَ بِلَالًا مِنْ مَالِهِ رَحِمَ اللّٰهُ عُمَرَ يَقُولُ الْحَقَّ وَإِنْ كَانَ مُرًّا تَرَكَهُ الْحَقُّ وَمَا لَهُ صَدِيقٌ رَحِمَ اللّٰهُ عُثْمَانَ تَسْتَحْيِيهِ الْمَلَائِكَةُ رَحِمَ اللّٰهُ عَلِيًّا اللّٰهُمَّ أَدِرْ الْحَقَّ مَعَهُ حَيْثُ دَارَ (ت عن على)

″Allah’u Teâlâ, Ebû Bekir’e rahmetini ihsan et­sin. Bana kızını verdi. Hicret yurduna beni (sağladığı binekle) taşıdı ve kendi malından Bilal’i hürriyetine kavuşturdu. Allah’u Teâlâ, Ömer’e de rahmetini ihsan et­sin. Acı da olsa hakkı söyler, hakkı söylemesi sebebiyle arkadaşsız kalmıştır. Allah’u Teâlâ, Osman’a da rahmetini ihsan et­sin. Melekler bile ondan hayâ ederler. Allah’u Teâlâ, Ali’ye de rahmetini ihsan et­sin. Allah’ım! Ali nereye dönerse hakkı onunla beraber eyle.″[30]

Taberânî’nin Mu’cem’ul-Evsat adlı eserinde ve İbn-i Asâkir’de Enes Radiyallâhu anhu’dan nakledilen Hadis-i Şerif’te Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

لَا يَجْتَمِعُ حُبُّ هَؤُلاءِ الأَرْبَعَةِ فِي قَلْبِ مُنَافِقٍ أَبِي بَكْرٍ وَعُمَرَ وَعُثْمَانَ وَعَلِيٍّ. (طس كر عن أنس)

″Şu dört zâtın muhabbeti bir münâfığın kalbinde toplanmaz: Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali.″[31]

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem’in en yakın akrabaları da, bu dört halifedir. Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer kayınbabasıdır. Hz. Osman ile Hz. Ali de damatlarıdır.

Dört halifeyi öven hadisler gayet çoktur. Biz burada konu uzamasın diye sadece bu kadarını yazdık. Yine Hazreti Ebû Bekir Efendimiz ile Hz. Ali Efendimizin birbirlerine karşı olan saygı, hürmet ve muhabbetlerini anlatan Hadis-i Şerif ″Menâkib-i Çehâr Yâr-ı Güzin, Dört Büyük Halife Hayatları ve Menkıbeleri″ adlı eserin 349-352. sayfalarında şöyle geçmektedir:

Bir gün Ebû Bekir Sıddîk Radiyallâhu anhu, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in evine geldi. İçeri gireceği sırada, Ali bin Ebî Tâlib Radiyallâhu anhu da geldi. Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- (Geri çekilip) Yâ Ali! Sen buyur, gir dedi. O da cevâb verip aralarında aşağıdaki uzun konuşma oldu:

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Yâ Ebû Bekir! Sen önce gir ki, her iyilikte önde olan her hayırlı işte ileri olan, herkesi geçen sensin.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Sen önce gir yâ Ali! Resûlullah’a daha yakın sensin. Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Ben, senin önüne nasıl geçerim. Çünkü Resûlullah‘tan işittim. Ümmetimden, Ebû Bekir‘den daha üstün bir kimsenin üzerine güneş doğmadı, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Ben senin önüne nasıl geçebilirim ki, Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem kızı Fâtımatü‘z-Zehrâ‘yı sana verdiği gün kadınların en iyisini, erkeklerin en iyisine verdim, buyurdu.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Ben senin önüne geçemem. Çünkü Resûlullah Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: İbrâhim Aleyhisselâm‘ı görmek isteyen, Ebû Bekir‘in yüzüne baksın, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne geçemem. Çünkü Resûlullah Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: Âdem Aleyhisselâm‘ın hilm sıfatını ve Yusuf Aleyhisselâm‘ın güzel ahlakını görmek isteyen Ali Mürtezâ‘ya baksın, buyurdu.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne geçemem. Çünkü Resûlullah Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem: Yâ Rabbi! Beni en çok seven ve Ashâbımın en iyisi kimdir? dedi. Cenâb-ı Hak: Yâ Muhammed! Ebû Bekir Sıddıktir, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Ben, senin önüne geçemem! Resûl Aleyhisselâm Hayber‘de: Yarın sancağı öyle bir kimseye veririm ki, Allah‘u Teâlâ onu sever. Ben de, onu çok severim, buyurdu.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl Aleyhisselâm Cennetin kapıları üzerinde «Ebû Bekir Habîbullah» yazılıdır, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü Resûl Aleyhisselâm Hayber gazâsında, bayrağı sana verip: Bu bayrak, Melik-i Câlibin (Allah’u Teâlâ) Ali bin Ebî Tâlib‘e hediyesidir, buyurdu.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne nasıl geçebilirim. Çünkü Resûl Aleyhisselâm: Yâ Ebû Bekir! Sen, benim gören gözüm ve bilen gönlüm yerindesin, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl Aleyhisselâm buyurdu ki: Kıyamet günü, Ali Cennet bineklerinden birine binmiş olarak gelir. Cenâb-ı Hakk buyurur ki: «Yâ Muhammed! Senin baban İbrâhim Halîl ne güzel babadır. Senin kardeşin Ali bin Ebî Tâlib ne güzel kardeştir» buyurur.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne geçemem. Çünkü Resûl Aleyhisselâm buyurduki:

- Kıyâmet günü, Cennet meleklerinin reisi olan Rıdvân adındaki Melek Cennete girer. Cennetin anahtarını getirir. Bana verir. Sonra Cebrail Aleyhisselâm gelip, Yâ Muhammed! Cennetin ve Cehennemin anahtarlarını, Ebû Bekir Sıddîk‘a ver, Ebû Bekir, istediğini Cennete, dilediğini Cehenneme göndersin der.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önünden giremem! Çünkü Resûl Aleyhisselâm buyurdu ki:

- Ali kıyâmet günü benim yanımdadır. Havz ve Kevser yanında benimledir. Sırat üzerinde benimledir. Cennette, benimledir. Allah‘u Teâlâ‘yı görürken, benimledir.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senden önce giremem! Çünkü Resûl Aleyhisselâm Ebû Bekir‘in imânı, bütün Mü‘minlerin îmanları yekûnu ile tartılsa, Ebû Bekir‘in îmanı ağır gelir, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne nasıl geçebilirim? Çünkü Resûl Aleyhisselâm Ben ilmin şehriyim, Ali bunun kapısıdır, buyurdu.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önünden nasıl yürüyebilirim? Çünkü Resûl Aleyhisselâm: Ben sıddîklerin şehriyim. Ebû Bekir, bunun kapısıdır buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne geçemem! Çünkü Resûl Aleyhisselâm buyurdu ki:

- Kıyâmet günü, Ali bir güzel ata bindirilir. Görenler, acaba bu hangi Peygamberdir? derler. Allah'‘u Teâlâ bu Ali bin Ebî Tâlib‘tir buyurur.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl Aleyhisselâm: Ben ve Ebû Bekir, bir topraktanız. Tekrar bir olacağız, buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önünden gidemem! Çünkü, Resûl Aleyhisselâm buyurdu ki:

- Allah‘u Teâlâ, Ey Cennet! Senin dört köşeni dört kimse ile bezerim. Biri, peygamberlerin üstünü Muhammed‘dir. Biri Allah‘tan korkanların üstünü Ali‘dir. Üçüncüsü kadınların üstünü Fâtımatü‘z-Zehra‘dır. Dördüncü köşesindeki temizlerin üstünü Hasan ve Hüseyin‘dir.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önünden nasıl girebilirim? Çünkü, Resûl Radiyallâhu anhu buyurdu ki: Sekiz cennetten şöyle ses gelir:

Ey Ebû Bekir! Sevdiklerinle birlikte gel. Hepiniz Cennete girin!

Hazreti Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Senin önünden gidemem! Çünkü Resûl Aleyhisselâm: Ben bir ağaca benzerim. Fâtıma bunun kökü, Ali gövdesi, Hasan ve Hüseyin meyvesidir, buyurdu.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu:

- Senin önüne geçemem. Çünkü Resûl Aleyhisselâm buyurdu ki:

- Allah‘u Teâlâ Ebû Bekir‘in bütün kusûrlarını afv etsin. Çünkü O, kızı Aişe‘yi bana verdi. Hicrette bana yardımcı oldu. Bilâl-i Habeşî‘yi, benim için alıp azâd etti.

Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in bu iki sevgilisi, kapıda böyle konuşurlarken, kendileri içeriden dinliyordu. Hazreti Ali Radiyallâhu anhu‘nun sözünü kesip içeriden buyurdu ki:

- Ey kardeşlerim Ebû Bekir ve Ali! Artık içeri girin! Cebrâil Aleyhisselâm gelip dedi ki,

- Yerdeki ve yedi kat göklerdeki melekler sizi dinlemektedir. Kıyâmete kadar birbirinizi övseniz, Allah’u Teâlâ’nın yanındaki kıymetinizi anlatamazsınız.

İkisi bir birine sarılıp, birlikte Resûlullah Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem‘in huzuruna girdiler. Resûlullah Resûlullah Sallallâhu aleyhi ve sellem:

- Allah’u Teâlâ, ikinize de yüzbinlerce rahmet etsin. İkinizi sevenlere de yüzbinlerce rahmet etsin ve düşmanlarınıza da, yüzbinlerce lânet olsun! buyurdu.

Hazreti Ebû Bekir Sıddîk dedi ki:

- Yâ Resûlullah! Ben, Ali kardeşimin düşmanlarına şefaat etmem.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu da dedi ki:

- Yâ Resûlullah! Ben de, Ebû Bekir kardeşimin düşmanlarına şefâat etmem ve başını kılıç ile bedeninden ayırırım.

Ebû Bekir Radiyallâhu anhu:

- Ben senin düşmanlarına Kevser havzından su vermem, buyurdu.

Hazreti Ali Radiyallâhu anhu da:

- Ben senin düşmanlarını Sırat üzerinden geçirmem buyurdu.

Bu Hadis-i Şerif’te geçtiği üzere, Hz. Ebû Bekir Efendimiz ile Hz. Ali Efendimizin aralarındaki birbirlerine karşı olan bu sevgi ve muhabbet, Kadiri ve Nakşi tarikatlarındaki büyük zâtlar arasında da benzer şekilde devam etmiştir. Bunlar birbirlerini rakip olarak görmemişlerdir. Meselâ: Şah-ı Nakşibend Hazretleri ile Cenâb-ı Gavsulazam Efendimiz arasında geçen bir hâdise şöyledir:

Şeyhi Ârifi billâh Abdulbelhi (kuddise sırrahu) Hazretleri, Havârik’ul Ahbâb fî ma’rifet’il Aktâb kitabının 25. babında yazıyor:

Kutbu’l-ukbâd gavsu’l-bilâd hâce-i bihâ ilhâk ve’l-hakîkatu ve’d-dîn Muhammed bin Muhammed en-Nakşibendî Hazretleri zikir ve beyan bahsinde Buhara da bulunan meşayihi kâmilinden bu olayı şöyle anlatıyor:

″Cenâb-ı Gavsulazam bir gün mescid-i saadetinin Buhara tarafına dönerek derin bir nefes alıp havayı koklayarak, benim vefatımdan 157 sene sonra Muhammed Nakşibendi isminde bir zât-ı âlî benim feyzimden yetişerek istiğâde edecek. Muhammedî meşreb olup kalenderî bir zattır″ buyurdu. Nitekim buyurduğu gibi olmuştur.

Rivayet olunur ki cenâb-ı şah Nakşibendî efendimiz mürşidü’s-Seyyid Emir Kilal Hazretlerinden, telkin ve ahd aldığı zamanda Hazreti Emir Kilal; ″Allah″ ism-i zatıyla müdavim (devamlı) olmasını emreyledi. Cenâb-ı Nakşibendî, meşgul olup bir türlü ism-i azamın nakşı kalbi şerifine mahkun olmayıp inkibâd-ı atem, kabza da düşmüştü. İşte bu sebepten Şah sahraya çıkarak Hz. Hızır Aleyhisselâm’ı kendisine doğru gelmekte görmüş, hemen istikbâline (karşısına) çıkıp ta’zim eyledi. Sonra Hızır Aleyhisselam kendisine: ″Yâ Bahaeddin, zatınıza tenbih ederim ki sultanu’l-evliya olan cenâb-ı Bazu’l-Eşheb Abdulkadir Geylânî Hazretlerine teveccüh buyursanız şüpesizdir ki, yakında feyzi kudsiyesiyle sizi kabzı tamdan (kabz halinden) kurtarır, kurtulursunuz″ dedi.

Burada alacak var, kendi yapmıyor da gösteriyor.

O gece rüyasında, Gavsulazam Geylânî Efendimizi görüp o da mübarek eliyle yani sağ elinin parmaklarıyla şah’ın göğsüne doğru işaret ederek hemen kalbine ism-i azam yazıldı ve kabız halinden kurtularak kemâli buldu. Çünkü beş parmak lafza-i celalin nakşı gibidir. İşte böyle kemal ve şöhret buldu. Soranlara cevabı şöyle verirlerdi ki:

″Bu bir fuyûzattır ki arkası yoktur. O mesud gecede Hz. Gavsulazam Efendimiz, bana inâyet ve ihsan eyledi. İşte o mübarek geceden sonra pek büyük ziyadelik gördüm. Bu da ancak Hz. Gavsulazam Baz’ul Eşheb Efendimizin inâyet ve feyz eserleriydi″ diye buyurdu.

Nakşibend ismi, Gavsulazam’ın eylediği nakştan kalmıştır. Şahın talipleri (talebeleri) hizbine (dersine) devam ederse bu nakş kalplerine yazılır. Cenâb-ı Şah Gavsulazam:

هٰذِه۪ قَدَم۪ى عَلٰى رَقَبَةٍ كُلِّ وَلِيُّ اللّٰهِ

″Ayaklarım bütün evliyaullahın omuzları üzerindedir″ demiş. Ne dersiniz, dediler. Cenâb-ı Şah (Muhammed Nakşibend Hazretleri) hemen:

عَلٰى عَيْن۪ى اَوْ عَلٰى بَص۪يرَت۪ى

″Kadem mübarekeleri gözümün üstüne veyahud basiretimin üstüne olsun″ demiştir. Böyle deyip Gavsulazam’ın büyüklüğünü bildirmiştir.

Hazreti Şeyh Abdulkadir Geylânî Efendimiz, cümle şeyhlerin evveli, pirlerin birincisidir. Hep pirler bundan sonra gelmiştir. Şeyh Muhyiddin Arabî daha başkaları hep bu söze tâbi olup baş eğmişlerdir.

Muhammed Bahauddin Nakşibend Hazretleri, hem kendi türbesinde hem de Pir Abdulkadir Geylânî Hazretlerinin türbesinde yazılı olan şu medhiyeyi söylemiştir:

Pâdişâhı her dü âlem Şah Abdulkâdirest

Server-i evlâd-ı Âdem Şah Abdulkâdirest

Âfitab u Mahitab u Arş ü Kürsî ve Kalem

Nûri kalb ez nûri Azam Şah Abdulkâdirest

Mânâsı: ″İki cihanın Padişahı Şah Abdulkadirdir, Adem evladının efendisi Şah Abdulkadirdir, Ay, Güneş, Arş, Kürs, Kalem; Nur’u azam’ın kalpteki nuru Şah Abdulkadirdir.″

Yukarıda görüldüğü üzere; Âyet-i Kerîme ve Hadis-i Şeriflerde emredilen cehrî zikrullahı inkar etmek, insanı küfre götürür. Ayrıca sadece Nakşi tarikatının hakikat üzere olduğunu söyleyip Kadiri tarikatının hakikattan uzaklaştığını söylemek, Ehl-i Sünet inancında olan bir Müslümanın yorum yapmaya dahi cüret edemeyeceği kadar tartışmaya kapalı hassas bir durumdur. Her iki tarikatta kıyâmete kadar bâkidir. Yeter ki âyete ve sünnete aykırı bir durum olmasın. Hak ve hakikat üzere olan Ehl-i Sünnet çizgisindeki tarikatlar başımızın tacıdır. Allah’u Teâlâ, Hz. Ebû Bekir Efendimizden de Hz. Ali Efendimizden de râzı olsun, bizleri onların şefaatine nâil etsin, âmin.

Bilal KUTLUBAY


[1] Sahih-i Buhârî, Rikâk 23; Sahih-i Müslim, Zühd 6 (49-50).

[2] Sahih-i Buhâri, Salat 80.

[3] Ebû Nasr İsmâîl b. Hammâd el-Cevherî, es-Sıhah (Beyrut: Dâru’l-Marife, 4. Basım, 2012), s. 322.

[4] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18484; Nesâî, Sünen’ül-Kübrâ, Hadis No: 8423; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 4607; Tahavî, Müşkül’ül-Âsar, Hadis No: 3040;Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 33005.

[5] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 1429.

[6] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 17; Nesâî, Sünen’ül-Kübrâ, Hadis No: 8427; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 12429; Tahavî, Müşkül’ül-Âsar, Hadis No: 3035, 3037.

[7] Taberânî, Mu’cem’ul-Evsat, Hadis No: 4077.

[8] Tahavî, Müşkül’ül-Âsar, Hadis NO: 3034;

[9] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 20; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32885.

[10] İbn-i Hacer, Feth’ul-Bâri, c. 10, s. 451.

[11] Bakınız: İbn-i Hacer, Feth’ul-Bâri, c. 10, s. 451.

[12] Bakınız: Eşrefoğlu Rûmî, Müzekk’in-Nüfus, s. 341.

[13] Sahih-i Buhârî, Tevhid 15; Sahih-i Müslim, Zikir 1 (2).

[14] Sûre-i Al-i İmran, Âyet 191; Sûre-i Nisâ, Âyet 103.

[15] İbn-i Cerir et-Taberî, Câmi’ul-Beyan, c. 20, s. 280.

[16] Sahih-i Buhârî Muhtasarı, Tecrid-i Sarih, Hadis No: 465; Sahih-i Müslim, Mesâcid 23 (122).

[17] Sünen-i Ebû Dâvud, Cenâiz 36-37; Beyhakî, Şuab’ul-Îman, Hadis No: 609; Hâkim, Müstedrek, Hadis No: 1310.

[18] Taberânî, Mu’cem’ul Kebir, Hadis No: 126 15; Beyhakî, Şuab’ul Îman, Hadis No: 557.

[19] el-Câmi’ul-Ulûm ve’l-Hikem, 50/12; Ebû Nuaym, Hilye, c. 1, s. 40; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 44222.

[20] Sünen-i İbn-i Mâce, Fiten 34; Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 610.

[21] Sünen-i Ebû Dâvud, Mehdi 1; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 236/21.

[22] Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 300/3.

[23] Ahmed b. Hanbel, Müsned, Hadis No: 18149; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 34223.

[24] Taberânî Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 2567, 2568; Abdürrezzak, Musannef, Hadis No: 10354; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 340/15.

[25] Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 32548; ; Kenz’ül-İrfan, Hadis No: 101.

[26] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 15; Râmûz’ul-Ehâdîs, s. 359/5; Kenzü’l-İrfan, Hadis No: 117.

[27] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 56.

[28] Sünen-i Tirmizî Menâkib 20; Taberânî, Mu’cem’ul-Kebir, Hadis No: 10898.

[29] Râmûz’ul-Ehâdîs, 9/8.

[30] Sünen-i Tirmizî, Menâkib 20.

[31] Râmûz’ul-Ehâdîs, 484/4; Kenz’ul-Ummal, Hadis No: 33103.


.